yukardaki tartışmaları harfiyyen okudum..Tabi Akın kardeşin paylaştığı birbirinden güzel kaynakları da.. ve kendisine ve onun gibi düşünenlere sevgilerimi sunuyorum ve ekliyorum "anlayana sivrisinek saz anlamayana davul zurna az".. ve kendimce "tamam peki zorla geçtik müslümanlığa ne olacak ki ?" ya da "dinde zorlama yoktur olmamıştır öyle şeyler" ya da "istiyorsan dinini değiştir" gibi yaklaşımlar sergileyen arkadaşlara bir açıklama yapmak zorunda hissediyorum kendimi.. Mesele İlköğretim ve Lise Tarih kitaplarında üstün körü geçiştirilen bazı (bence) gerçeklerin sizlerle paylaşılması ..Akın sanmıyorum ki "zorla müslüman yapıldık o zaman hadi vazgeçelim müslümanlıktan" desin..Demez çünkü bunun mümkün olmadığını bilecek bir arkadaş tanıdığım kadarı ile.. Sizlere anlatmaya çalıştığı herşey okullarda okutulduğu gibi gelişmemiş olabilir tarihte ..lütfen okul kitaplarında anlatılan masallara körü körüne inanmayın sadece biraz araştırmacı olmaya ve kafanızdaki "ecdad" tabularını yıkmaya çalışın.. Bu arada "istemiyorsan müslümanlıktan çık" gib yorum yapan arkadaşlara T.C.!de Nufus Cuzdanındaki müslüman ibaresini sildirdiği takdirde kimse iş bulamaz eş bulamaz askerde anasından emdiği süt burnundan getirilir ..Yani kolay birşey değildir.. Ateist insanlar dogmatik düşünmedikleri kadar geleceklerini de düşünürler...Yaşayacakları tek dünyanın burası olduğunu bildikleri için bu dünyada sürünmektense nüfus cüzdanlarındaki müslüman kelimesinden rahatsız olmamayı kendilerine öğretebilirler hatta aslında bilinçli oldukları için çevrelerindeki insanları mutlu etmek için "maşallah", "inşallah" gibi kelimeleri kullanmaktan da rahatsız olmazlar çünkü çevrelerindekileri mutsuz etmek gibi bir amaçları yoktur.. Çevrenizde kendisini afişe etmeden yaşamayı tercih etmiş o kadar çok ateist var ki...farkında bile değilsiniz.. rahat uyuyun bizler sizlere zarar vermeyiz.. |
bu konuyu baska bır arkadas daha yapıştırmıştı buraya ama kapatılmıştı tekrar gormek guzel umarım bu sefer kapatılmaz |
Şu tarih kitaplarında yazılı olup da, masal ve hikaye türüne girenlere örnekleri bir sunsanız da cümle alem görse...Gören de Türklerin başında kılıçla Müslüman ol yoksa kafanı keserim diye bekleyen arapları videoya çektiniz sanacak.Herkesin iddiası kağıt üstünde.O onu dedi bu bunu dedi,o öyle oldu,bu şunu kesti.Sen inanmak istediğine inanıp da niye başkalarını senin inanmak istediğine inandığın için gerçekleri görememekle suçluyorsun?Elde herkesin doğruluğuna tek kelam edemeyeceği kanıt yokken hele... |
gel şöyle yapalım.. Ben "masal" dedim.. Sen de değil diyorsun.. Demekki benden daha ehil görüyorsun kendini..O zaman mesela "müslümanlığı seve seve" kabul ettiğimize dair (yukarıda aksi "bilimsel yazı" formatında verilmiş olan ) masalın gerçekliğini kanıtlar mısın ??? Bu arada oradaki satırlarca yazıdan "masal" kelimesine takılman da ilginç geldi bana.. gel sana güzel bir yazı ile cevap vereyim..
|
Aklı olan kimse zaten Türklerin savaşçı yeteneklerine, bağımsızlıklarına düşkünlüklerine laf edemez, edersede aklından zoru vardır. Fakat bu o yıllarda arablarla din yüzünden savaşmadımız anlamına gelmez, bahsedilen tarihler müslüman arablarla, ganimet peşinde koşan çöl bedevilerinin birlik oldukları, biz Türklerin ise dağınık bulunduğumuz zamanlara denk gelmektedir. Ayrıca kalleş araplar Türk şehirlerine kaleşce bakınlarla saldırıp evlerdeki kadınlara, çocuklara ve yaşlılara katliam yapmışlardır çoğunlukla. Tabiki katliamlar sonucu atalarımız birden bire islamiyeti seçmiş değillerdir, asıl seçim daha sonraları Türk birliğini sağlayan devlet kuran bazı hakanların baskılarıyla gelmiştir. Bunun burada kısaca açıklanamayacak bir sürü politik sebebi vardır, kaldıki zaten Türkler kendi yaşamlarına eski şaman kültürlerine uyarladıkları farklı bir islam anlayışına yani aleviliğe inanmışlardır. Türklerin sünnileşmeside gene kendi hakanları eliyle olmuştur. Sadece Yavuz Sultan Selim mısırdan halifeliği alıp geldikten sonra tüm osmanlı topraklarında yaşayan alevi Türkmen çoğunluk kendi devletleri tarafından sünnilik lehinde asimile edilmişlerdir. Bir çok alevi Türkmen boyu, aşireti ordan oraya sürülerek parçalanarak çeşitli zulümler görmüşler, geçen yüzyıllar içerisinde anadoludaki Türkerin çoğunluğu sünnileşmiştir. Kısacası islam konusunda atalarımızı asıl vuran yabancılar değil tarihin en güçlüsü olan kendi devletleri .............dır devletin ismini zaten hepiniz biliyorsunuz. |
Birde müslüman olmayan TÜRK ler var. Ortodoks Hristiyanlik dinine inanan Türklerin nüfusu 10 milyondur. ( Gagavuz, Çuvas, Hakas, Altay, sar, Yakut, Urum, Dolgan, Karagas, Tatar / Kreysin, Ortodoks Türkmenler, Kerkük Türkmenlerinden 3 bin kadari da Hristiyandir. ) Musevilik dinine inanan Türklerin nüfusu 1 milyondur. ( Karaim ve Kirimçak Türkleri ) Budizm'e inanan Türklerin nüfusu 2,5 milyondur. ( Tuva ve Sari Uygur Türkleri ) Ak din/Burkanizm'e inanan Türklerin nüfusu 500 bindir. ( Altay, Hakas ve diger nüfusça az Türklerinin bir kismi) Animist Türklerin nüfusu 150 bindir. ( Orta Asya'da daginik halde yasarlar.) Ateist Türklerin nüfusu 100 bindir. ( Türk dünyasinin her bölgesinde ) |
Ben sadece Türkiye Cumhuriyetinde en az 1-1.5 milyon Ateist ve bir o kadar da Deist olduğuna eminim... Tabiki bu insanların büyük kısmı gerek meslek gerekse sosyal yaşamlarını riske atmamak için kendilerini afişe etmemektedirler.. |
2 dir aynı cümlemi tekrarlamışsın...ona cevap vermiyorum bu forumda...ama benim evimin duvarlarına boyamaya gelen boyacının (kendisi doğulu olup ,yazın 2 ay istanbulda boyacılık , 1 ayda köyünde tarlasını biçiyor) anlattıklarını dinlesen senin o küçük dünyan baştan aşşağı değişir...hee benim gözlerim doldu onu dinlerken , sende nasıl bir etki yapar bilemem....ama senin hayalinde kurduğunu dünyanın tam tersini sen beynine benim yazacakalrımla kabul ettiremezsin...o yüzden yüz yüze o halkın insanları ile konuş...hiçbir şey senin kanal-d veya türevlerindeki gibi olduğunu düşünme... |
yani üstadım sayende yeni bir şey öğrendim hele hele tarih biliminde bilimsel kanıt diye bir şey varmış.... benim bildiğim tarihte belli kanıtlara dayanan yorumlar vardır. taki yeni bir kanıtla bu desteklenene veya silinene kadar. bilimde, benim bildiğim, öyle kesinlik diye bir şey yoktur. farklı şartlar altında farklı sonuçlar verebilen değerler vardır. bu benim bildiğim kadarıyla bilim mantığının temel felsefesidir. zaten bir şey bu kesindri dediğiniz anda bilmi bitirmiş olursunuz. |
gelelim sizin türklerin zorla islam dinine sokulma meselesine ancak öncelikle şu meselenin bir başka boyutunu ortaya çıkaralım... tamam bazı tarihçiler bizi eksik bilgilendirmiş olabilir. ancak bilgilendirildiğimiz başka bir olay daha var. türklerin yenilmez, hele hele orta asya zamanında, astığı astık kestiği kestik bir nesil olduğu. hatta öyleki sırf buna uydurulmak için, atillayada, cengiz han ada türk yakıştırması yaparlar. oooooo ne o öylei at üstünde uyumalar, at üstünde geçen bir ömür, savaştan savaşa koşmalar, bütün avrupa ki o zamalar bilinen dünyanı merkezi, tir tir titrer. annaler çocuklarını türkler geliyor diye korkutur. eğer senin dediğin türkler iki tane arabın kılıcı ile yola gelmişlerse, demekki bize anlatılan orta asya türk efsanesi safsata, yok eğer türkler gerçekten güçlü bir ırk ise sizin söylediğiniz safsata. hani aklımdan son zamanların meşhur konusu ergenekonda takılmadı değil. onların ağababalarıda (silahçıoğlu paşa namı diğer 1 no lu adam) oda senin düşündüğün şeyler savunuyordu. sonuç ortada. Milletine hiç bir düşmanın veremiyeceği kadar büyük belalar açan insanlar onlar. ergenekonmuş, sanki sende de aynı fikrin bilinçaltı propagandası var gibime geliyor bu arada onu üzerine basarak, ezerek belirteyim... Eğer materyalist bir zihniyetle dediklerine bakacak olursam, vaaaauuuv araplar ne yapmışlar öyle.. ezmişler parçalamışlar vaauvvv Amaaaa iman gözüyle bakacak olursan, Allahın sünnetine uygun bir gelişme görürüz. Allah türk milletine islamın sancağı olma şerefini bahşetmiştir. bu şerefi kaldıramayacak asil olmayan unsurla ise, sünnete gereği uygun bir şekilde temizlenmiştir. Bu temizlenen veya senin dilince katl edilen insanlardan biri benim öz dedem de olsa durum budur. Türk milleti şerefli, bir millettir. şeref in asıl sahibi ise Allah tır. Allah kendine ait bir sıfatı taşıyacak nesli elbette paklar. onu taşıyacak ve yüceltecek nesiller yaratır. |
Senin kurduğun cümleyi tekrarlıyorum. Hiç de basit bir cümle değil.
pkk lılarla Kürtleri bir mi tutuyorsun? Sen o gün Kürtler hakkında değil, "pkk'nın masum insanları öldürdüğü görülmemiştir" dedin. Şimdi niye bir doğulu vatandaşımızın dertlerini anlatma gereği duyuyorsun? Benim de doğulu komşum var merak etme.
Sana birşey kabul etme gibi bir çabam yok.Konuya dönelim. Bir iddian var, ben de kaynak belirt diyorum. Tarih hakkında birşeyler demişsin ama kaynağın yok. Kaynağın varsa lütfen göster. Sallamakla ben de çok iyi tarih yazarım. |
syn. combaba sadece yazı yazmak gibi niyetin olmassa önce yazılanları okur ondan sonra cvp verirdiniz.
Aklı olan kimse zaten Türklerin savaşçı yeteneklerine, bağımsızlıklarına düşkünlüklerine laf edemez, edersede aklından zoru vardır. Fakat bu o yıllarda arablarla din yüzünden savaşmadımız anlamına gelmez, bahsedilen tarihler müslüman arablarla, ganimet peşinde koşan çöl bedevilerinin birlik oldukları, biz Türklerin ise dağınık bulunduğumuz zamanlara denk gelmektedir. Ayrıca kalleş araplar Türk şehirlerine kaleşce bakınlarla saldırıp evlerdeki kadınlara, çocuklara ve yaşlılara katliam yapmışlardır çoğunlukla. Tabiki katliamlar sonucu atalarımız birden bire islamiyeti seçmiş değillerdir, asıl seçim daha sonraları Türk birliğini sağlayan devlet kuran bazı hakanların baskılarıyla gelmiştir. Bunun burada kısaca açıklanamayacak bir sürü politik sebebi vardır, kaldıki zaten Türkler kendi yaşamlarına eski şaman kültürlerine uyarladıkları farklı bir islam anlayışına yani aleviliğe inanmışlardır. Türklerin sünnileşmeside gene kendi hakanları eliyle olmuştur. Sadece Yavuz Sultan Selim mısırdan halifeliği alıp geldikten sonra tüm osmanlı topraklarında yaşayan alevi Türkmen çoğunluk kendi devletleri tarafından sünnilik lehinde asimile edilmişlerdir. Bir çok alevi Türkmen boyu, aşireti ordan oraya sürülerek parçalanarak çeşitli zulümler görmüşler, geçen yüzyıllar içerisinde anadoludaki Türkerin çoğunluğu sünnileşmiştir. Kısacası islam konusunda atalarımızı asıl vuran yabancılar değil tarihin en güçlüsü olan kendi devletleri .............dır devletin ismini zaten hepiniz biliyorsunuz. |
Sizin gibi TÜRK olmayan biri TÜRK lüğü ağzına bile almısın. Tarih, milletlerin hafızasıdır. Milletler, tarih içerisinde teşekkül ederler ve tarih şuuru sayesinde varlıklarını devam ettirirler. Tarih şuuru, tarihin akışı hakkında belli bir görüş sahibi olmak demektir. İnsan tarih olaylarını mânâlı bir bütün içindeki parçalar halinde gördüğü anda tarih şuuru kazanmış olur.[1] Bu şuurdan mahrum olan milletler, millî birlik ve beraberliğini de koruyamazlar. Millî birliğini tesis edememiş milletlerin yaşaması mümkün değildir. Tarihe baktığımız zaman, tarih şuuru, dolayısıyla da millî şuurun zayıf olduğu dönemlerde hem siyasî hem de sosyal alanda meselelerin hat safhaya çıktığını görüyoruz. Tarih şuuru olmayan aydın ve devlet ricali varlık sebebi olan milletine yabancılaşmış, başka kültürlerin, dolayısıyla milletlerin etkisine girmiş, kendine güven duygusunu kaybetmiştir. Kendine güven duygusunu kaybeden aydının milletine hizmet etmesi, yol göstermesi mümkün değildir. Türk tarihi insanlık tarihi kadar eskidir. Ancak, Mustafa Kemal Atatürk’e kadar bu geniş ve köklü tarihimiz gerektiği gibi araştırılıp ortaya konulamamıştır. Osmanlı döneminde, diğer sosyal ilimlerde olduğu gibi tarih konusunda da yeterli gelişme sağlanamamıştır. Dolayısıyla, başta aydınlar olmak üzere insanımıza tarih şuuru verilememiştir. Bu ise hızla ilerleyen ve bu gelişmeyi geri kalmış toplumları ezmek için kullanan Batılı devletler karşısında bir eziklik, kendine güvensizlik yaratmıştır. Batı dünyası, Türklerin Anadolu coğrafyasına girip burayı Türkiye haline getirmeye başladıkları tarihlerden itibaren, kendilerinin 1815 Viyana Kongresi’nde adını koydukları ve siyasî literatüre soktukları Şark Meselesi’ni uygulama alanına koymuştur. Burada hedef sadece devlet olmamıştır, bütün Türk varlığı olmuştur. Türk milleti ve vatanını hedef alan iftiralar yöneltilmiştir. Bu iddiaları şöyle sıralamak mümkündür : 1. Türklerin sarı ırktan oldukları, dolayısıyla Avrupalılara göre ikinci sınıf insan sayılmaları gerektiği, 2.Türklerin medenî kabiliyetten mahrum oldukları, dolayısıyla medeniyet düşmanı oldukları, 3.Türklerin yaşadıkları toprakların kendilerine ait olmadığı iddialarıdır. [2] Bu iftiraların sahibi olan Batı dünyası, Türklerin önce Avrupa ve Balkanlar’dan, daha sonra da Türkiye’den tamamen atılmaları, yok edilmeleri gerektiğini düşünüyordu. İngiliz devlet adamlarından Gladston, Batının gerçek niyetini , Türkler’in kötülüklerini kaldırmanın tek bir çaresi vardır, o da yeryüzünden vücutlarının kaldırılmasıdır sözleriyle ortaya koymuştur. [3] Mustafa Kemal Atatürk, Millî Mücadele ile sadece askerî zaferleri hedeflememiştir. Türk milletinin muasır medeniyet seviyesine çıkmasına engel olan ne kadar olumsuzluk, eksiklik varsa hepsiyle mücadele etmeyi amaçlamıştır. Eksikliklerimizden bir tanesi de köklü tarihimizi tam anlamıyla araştırıp, ortaya koyamamamızdır. Bugün, aynı inan ve katiyetle söylüyorum ki, milli ülküye, tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milletinin büyük millet olduğunu bütün medeni âlem, az zamanda, bir kere daha tanıyacaktır. Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile, âtinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır [4] diyen Atatürk, Türk tarihinin ilmî esaslara göre araştırılması, tarih şuurunun uyandırılması için çalışmaları bizzat başlatmıştır. Atatürk’ün bu çalışmaları üç noktaya yönelmiştir. Birincisi, Türk ve Dünya tarihini eski, yanlış, ideolojik yaklaşımlardan kurtarmak. İkincisi, dünya medeniyetine Türk medeniyetinin yapmış olduğu katkıları ortaya çıkarmak. Üçüncüsü ise, Türk tarihini ilmî metotlarla modern, orijinal bir tarih haline getirmektir.Bu üç hususu ise Atatürk “tarih, hakikatleri tahrif eden bir sanat değil, belirten bir ilim olmalıdır” şeklinde ifade etmiştir.[5] Atatürk’ün, Türk Tarih Tezinde belirttiği hususları şöyle sıralayabiliriz : 1. Türkler, brakisefal ve beyaz ırktandır.Beyaz ırkın anayurdu Orta Asya’dır 2. Medeniyetin beşiği Türklerin anayurdu olan Orta Asya’dır. 3. Anayurtları olan Orta Asya’dan değişik sebeplerle göç eden Türkler böylece dünyaya medeniyeti yaymışlardır. 4. Anadolu’nun ilk yerli halkları da Türklerdir, dolayısıyla buranın ilk sahipleri Türklerdir. 5. Türklerin İslâm Medeniyetine katkıları araştırılmalıdır. 6. Osmanlı Devleti’nin kuruluşu ile ilgili iddialar araştırılmalı, gerçek ortaya çıkarılmalıdır. Bütün bu konularda araştırma yapılması için direktifler vermiş, yapılan çalışmaları takip etmiş ve ortaya çıkan eserleri bizzat okuyarak incelemiştir. Türk Tarih Kurumu da bu çalışmaları yürütmek üzere 15 Nisan 1931 tarihinde kurulmuştur. Türk Tarih Tezi’nin tartışıldığı I.Türk Tarih Kongresi, 2-11 1932 tarihinde Ankara’da yapılmıştır. 1935 yılında, tarihçi ve öğretmen yetiştirmek üzere Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi kurulmuştur. Atatürk, Türk Tarihinin bir bütün olarak, ilmî usullerle araştırılmasını istiyordu. Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen gerçek, insanlığı şaşırtacak bir nitelik alır. [6] Atatürk, Türk Tarihinin, dolayısıyla Türk medeniyetinin en ince ayrıntılarına kadar ortaya çıkarılması üzerinde durmuştur. Çünkü, Türk kabiliyet ve kudretinin tarihteki başarıları meydana çıktıkça, bütün Türk çocukları kendileri için lâzım olan atılım kaynağını tarihte bulabileceklerdir. Türk çocukları bu tarihten bağımsızlık fikrini kazanacaklar, o büyük başarıları düşünecekler, harikalar yaratan adamları öğrenecekler, kendilerinin aynı kandan olduklarını düşünecekler ve bu kabiliyetle kimseye boyun eğmeyeceklerdir.[7] Sonuç olarak, Atatürk, Türk milletine millî bir heyecan verip onu haysiyet ve vakarına kavuştururken, uyguladığı, inkılâpların yanında, bir millî tarih şuuru da vermeyi bilmiştir.[8] Bugün de hepimize düşen görev, her Türk gencinin tarih şuuru ile yetişip, mensup olduğu milletine ve kendisine güven duymasını sağlamaktır. |
Milletine yabancı milliyetçilik (1) Türkiye'mizin sosyal yapısına baktığımızda, bir alışkanlıkla adına "Türk" dediğimiz, hakikatte Türklerin Oğuz (Türkmen) boyundan olanların beraberinde; Abhaz, Boşnak, Çeçen, Çerkez, Kürt, Laz, Pomak gibi Müslüman gruplar görmekteyiz. Diğer yandan; Ermeni, Rum, Yahudi gibi gayrimüslim gruplar da görmekteyiz. Şayet okullardaki resmî müfredatı hazırlayan sosyolog ve tarihçilerimiz de bu grupları görebilselerdi(?), Türk milletinin kültürü, tarihi, bugünü ve geleceği açısından o grupların konumunu da araştırırlardı. O araştırmalarla Müslüman grupların birbirleriyle hiçbir ayırım gözetmeden kız alıp verdikleri, iş, ibadethane ve bayramlarda beraber oldukları, bir savaş halinde de birlikte seve seve cepheye koştukları anlaşılırdı. Gayrimüslimlerin ise hayatın ticaret alanı haricinde bayram, düğün ve ibadetlerini her birinin kendine has kapalı cemaati içinde yaşadıkları fark edilirdi. Bu durumda nüfusun çoğunluğunu teşkil eden Müslüman kitleye millî devlet açısından "aslî unsur", yani Türk; gayrimüslim kitleye ise, "azınlık" denilecekti. Esasen Lozan Antlaşması sırasında savunup kabul ettirdiğimiz tez de bu olmuştur. Günümüzde Türkiye, uluslararası alanda "etnik gruplar" konusunda sıkıştırıldıkça kendisini Lozan Antlaşması'yla savunmakta, ama okul müfredatında sadece Oğuzlardan ibaret bir millî yapıdan bahsetmektedir. Bu çelişkili durumun içte ve dışta önemli sıkıntılara yol açtığı meydandadır. Konumuzun dışında olduğu için "azınlık" kavramının bizim kültürümüze yabancı olduğunu belirttikten sonra kısaca şu açıklamayı yapalım: İslam dininin bize kazandırdığı anlayışa göre, devletimizin içindeki gayrimüslimler, "ehl-i zimmet" olarak adlandırılır ve Müslümanlarla eşit haklara sahiptirler. Mal ve kanlarına bir zarar verilemez. Devletin fakirlere yaptığı yardımlarda da Müslim-gayrimüslim ayrımı yapılamaz. Abhaz, Boşnak, Çeçen, Çerkez, Kürt, Laz ve Pomak gibi gruplarımız ise gerçekten de azınlık değildirler, ama milletimizden de değillerse nedirler? Şunu da kabullenmeliyiz ki, şayet Maslow'un dediği gibi aidiyet/mensubiyet duygusu, insanî bir ihtiyaçsa ve şayet insanların kendilerini ifade etme yönlerinden biri de milliyetse, bu sosyal grupların da bu ihtiyaçlarını giderme hakları vardır. Bu itibarla etnik milliyetçilik temelli bölücülükleri sorguladığımız kadar, kendi millet anlayışımızı da sorgulamalıyız. Aslında konu milliyet olunca, 18. ve 19. yüzyıllarda Batı'da doğmuş olan bütün tanımların Batılı milletler için de geçersiz olduğu görülmektedir. Nitekim Ernest Renan, Ernest Gellner, Eric J. Hobsbawm, Benedict Anderson gibi Batılı birçok düşünür, bu geçersizlikleri ifade etmiştir. Hele bütün milletler için genel-geçer bir tanım yapmak tamamen imkân dışı bulunmuştur. Genel-geçer tanımın imkânsızlığı Hugh Seton-Watson, milletler için genel-geçer bir tarif yapılamaz derken, Karl Popper daha ileri giderek bütün sosyo-politik alanlarda tarifler yapılamayacağını söyler. Genel-geçer tanımı imkânsız kılan başlıca sebepler; a) her bir milletin kendine özel (suigeneris) oluşumu, b) yapısal değişimin sürekliliği ve c) aydınları da etkileyen paradigma farklılıklarıdır. a) Özel oluşumlar: Kabileler birleşimiyle Araplık, şehir (site) devletlerinin birleşiminden Yunanlılık, dinî hüviyetli Yahudilik, farklı kavimlerin kendi kimliğini unutarak yeni bir kimlik aldığı Fransızlık ve İngilizlik, farklı milletlerden insanların kökenlerini bilmelerine rağmen ortak bir kimlikle birleştiği İsviçrelilik ve Amerikalılık, farklı kavimlerden ayrı ayrı kastlar şeklinde yapılanan Hintlilik; milletlerin oluşum farklılıklarına verilebilecek örneklerdir. Bu özellikleriyle milletler, genellikle dar bir alanda ve yerleşik halde oluşmuşken; Türk milleti çok geniş bir alanda ve seferî halde oluşmuştur. Durum böyleyken, Türk milleti izahının göçlerden önceki Orta Asya için kurgulanmış sabit bir yapıya oturtulması anlaşılır gibi değildir. b) Sürekli değişim: Efesli Herakleitos, her şey akar, sözüyle değişimin tabiatta esas olduğunu, hiçbir şeyin sabit kalmadığını anlatan ilk filozof olmuştur. Hz. Mevlânâ da ünlü, "Bugün yepyeni bir gündür, yepyeni şeyler söylemek lazım." mısralarıyla değişime işaret etmiştir. İbni Haldun da toplumsal değişmeyi, Allah'ın kulları arasında sürüp gelen bir yasası, diye tanımlamış ve bu değişimi görmemeyi ise "derinde ve gizli bir hastalık" diye nitelendirmiştir. Günümüzün sosyolojisi de sürekli değişme halinde olmayı cemiyetin özelliklerinden sayar. Türk milleti, Tarihsel Varlık-Alanı'nın maddî ve manevî sahalarında çok geniş açılımlar yapmış, aşırı etkileşimlerle, sosyo-kültürel değişikliği azamî derecede yaşamıştır. c) Paradigma farklılıkları: Dinî inanç, ideolojiler, gelenekler gibi, insanı etkileyen değerler dizisine "paradigma" adı verilmektedir. Bu paradigmal etkenler toplumlara göre değişiklik göstermektedir. Bilim adamları için de bu etki söz konusu olduğu için bilimsel izahlarda da köklü değişiklikler yaşanmaktadır. Bu değişiklikler, çoğu zaman önceki bilimsel görüşü yanlışa sevk etme şeklindedir. Bu yüzden Karl Popper, yanlışlanmayı bilimin özelliklerinden sayar. Türk aydınları, kendi sosyal muhitlerindeki paradigmadan değil, Batı'nınkinden etkilenmişlerdir. "Batılı değerler" bir paradigma olarak aydınlarımızı kuşatmıştır. Bu durum, bizdeki siyaset ve sosyal bilimlerin topluma uygunluğu açısından önemli bir sorun olmuştur. Avrupa'nın Aydınlanma Çağı'ndan sonra, tamamen onlara ait olan feodalite ve teokrasi çökertilmişti. Bundan sonra kimlik izahlarını, kilise ve derebeyine tabiiyet yerine, milliyetle ifade etmeye çalıştılar. Bu dönemin en önemli sorusu ise "Millet nedir?" şeklinde ortaya atılmıştı. Çoklarınca sanıldığının aksine bu soru, hâlâ bir cevap bulmuş değildir. O dönemde ön plana çıkan yeni paradigmadaki ethnos, pozitivizm ve materyalizm ölçekleri, bu sorunun cevapsız kalmasının en büyük etkenleri olmuştur. Birincisi etnisiteye, ikincisi dinî inançları redde, üçüncüsü ise mutlak bir maddeciliğe kilitlenen bu ölçeklerin, insanın bütün şahsî ve sosyal alanlarının izahında kullanılması tamamen yetersiz kalmıştır. Yeni doğan sosyoloji, psikoloji, dilbilim gibi disiplinler bile, bu anlayışla biyoloji ve fizik gibi fen bilimlerine benzetilerek sistemlendirilmiştir. Buna paralel olarak millet oluşumları da, "ilk-saf" bir başlangıçtan hareketle biyolojik üremeye dayandırılmıştır. Burada Batı felsefesinin ilk dönemlerindeki "arkhe" (zaten var olan) kavramının da bir paradigmal etken olarak tesiri görülmektedir. O yaklaşımlarla milletler, primordiyalist (evveliyatçı) ve üremeci bir anlayışla izah edilmektedir. Bu yaklaşımla görünüşte dil veya kültür temel alınmış olsa bile neticede soya dayandırılan ırkçı bir izah yapılmaktadır. Oysaki milletler, genellikle enstrumentalist (yardımlaşmacı) birleşmelerle oluşmuşlardır. Bugün Batı'da da birçok düşünür, etnik temelli izahların yanlışlığını söylemektedir. Bütün dünyadaki toplumları dağıtan, karıştıran, yeniden yapılandıran, asırlarca süren ve kalıcı olan büyük kitlesel göçler, köken birliğine bağlı ırkçı görüşü zaten geçersiz kılmaktadır. Üstelik bütün milletler için olduğu gibi, Oğuzlar dâhil, "Türk boyları" diye sayılan bütün gruplar için de çok değişik köken iddiaları ileri sürülmektedir. Aslında, kültür temelli benzerlikler, milletleşmede en önemli etkendir. Bu benzerlikler, sosyal grupların soyca da tabiî olarak birleşmelerini (entegrasyon) sağlamıştır. Farklılıklar üzerine yapılan sözde bilimsel tanımlamalar ise bitmek tükenmek bilmeyen sunî ayrışmalara (dezentegrasyon) yol açmaktadır. Immanuel Wallerstein'ın, 'millet' her gün kendisini yeniden tanımlamakta mıdır, diye sormasının sebebi bu ayrışmalardır. Aslında her gün yeniden tanımlamanın sebebi, yapılan tanımların sosyal realiteye uymayacak kadar kusurlu olmasındandır. Türk bilim camiası içinde değişik açılardan da olsa sosyoloji ve tarih bilimlerimizin kusurlarını dile getiren birkaç cesur şahıs olmuştur. Bunlara örnek olarak; Z. Fahri Fındıkoğlu, Beğlü Eke, Niyazi Berkes ve İlber Ortaylı'yı gösterebiliriz. Fındıkoğlu da Eke de, sosyologların, bütüncü bir teori kurarak köy köy dolaşıp sosyal yapımızı incelemediğinden dert yanmıştır. Niyazi Berkes, Türkoloji'yi Rus-İngiliz emperyalizmi rekabetlerinin dürttüğü "kavimcilik fikir planından yukarı çıkamamış "tarihimsi etnologluk" şeklinde "sözde bir bilim" olarak tanımlamış ve bu bilimin Türkleri Orta Asya'ya bir nomad ırk olarak hapsetmesinden yakınmıştır. İlber Ortaylı, hem sosyologlarımızın hem de tarihçilerimizin 18. yüzyılın Batılılarına ait normlara bağlı kalarak çalıştıklarını söylemiştir. Bilim camiamızdan gelen bu şikâyetler, bize önemli bir kavramı hatırlatmaktadır: Oryantalizm. En başarılı eleştirisi Edward Said tarafından yapılan 'oryantalizm', Batılıların Doğu'yu yorumlamalarına verilen addır. Doğulular da bu yorumları aynen kabullenmişlerdir. Etienne Copeaux bu hususun bizimle ilgili yönü için, "Türk tarih yazımı ve dilbilimi, Batı oryantalizminin çocuklarıdır; onun birer ürünüdürler." demiştir. Gerçekten de genel anlamda milleti tanımlamakla kalmayan Batılılar, Türk milletinin çerçevesini de çizmişlerdi. Bu çerçeve, Danimarkalı dilbilimci Wilhelm Thomsen'in 1893 yılında Orhun anıtlarını okumasıyla tespit edilmişti. Arminius Vambery, G. N. Potanin, Gyula Németh, J. R. Apselin, Julius Klaproth, M. A. Castréen, N. İ. İlminskiy, N. M. Yadrintsev, N. Y. Biçurin, P. S. Palas, Sandor Csoma, V. İ. Verbitskiy, Vilhelm Thomsen, Wilhelm Barthold, Wilhelm Radlof, vb. yazarlar Türk milleti tanımlamasını yapmışlardır. Türkçülüğü başlatanlardan Abdülkadir İnan, Abdullah Battal Taymas, Ahmet Ağaoğlu, Ahmet Caferoğlu, İsmail Gaspıralı, Reşit Rahmeti Arat, Sadri Maksudi Arsal, Yahya Kemal Beyatlı, Yusuf Akçura, Zeki Velidî Togan ve Ziya Gökalp gibi düşünürlerin beslendiği ilmî(?) kaynak, işte bu Batılılardı. Nitekim Yahya Kemal Beyatlı, milliyetçilik konusunda kendisi ve Yusuf Akçura'nın, Paris Siyasal Bilimler Okulu'nun hocalarından Albert Sorel'den etkilendiklerini ifade etmiştir. Beyatlı, daha sonra bu etkiden kurtulup Türkiye gerçeklerine dönebilmiştir. Yusuf Akçura ve Sadri Maksudi Arsal, Joseph Halévy'den de Türklük hakkında ders almışlardır. Buradan çıkan sonuç şudur: Türk milleti, kendisi tarafından tanımlanmış (self-defined) olmayıp, yabancı normlarla ve başkası tarafından tanımlanmış (other-defined) bulunmaktadır. Bu şekilde yabancılardan öğrenerek Türkçülüğü kuranlar, aslında samimi milliyetperver olmalarına rağmen; sırf "Batılı bilim" saplantısından dolayı, toplumumuza yabancı açıklamalar yapmakla kalmamış, kendileriyle de çelişkiye düşmüşlerdir. Bu çelişkilere en çok da resmî Türk tezinin kurucusu olan Ziya Gökalp'te rastlanır. Gökalp, Türk milletini bazen ırkla, bazen "hars"la, bazen dille, bazen de mezheple tanımlar. Tamamen İslamiyet öncesine ve Orta Asya'ya bağlı izahlar yapan Gökalp, başta Osmanlı olmak üzere İslamî dönemdeki sosyal ve kültürel katılımları Türklükten dışlar. HÜSEYİN DAYI [ARAŞTIRMACI YAZAR] 12 Ağustos 2008, Salı |
Bana Göre En Büyük Nedeni Gök Tanrı İnancının İslam'a Çok Benzemesi![]() |
Peki hayatında hiç araba görmemiş putperest afrika kabileleri nasıl oluyor da kendilerini sömüren batılıların dinini kabul edip hristiyan oluyorlar hiç düşündün mü? Demek ki olabiliyormuş.. Sence o insanlar "hmm bak bu hristiyanlık süper dinmiş ben bundan sonra hristiyanım" diyerek mi hristiyan olmuşlar zamanında?? |
ne güzel demişsin yahu ![]() ağzına sağlık |
syn. bahtiyar0011 Başbuğ Atatürk'ün hakkında "benim ruh bedenimin babası Ali Rıza Bey,fikirlerimin babası Ziya Gökalp,heyecanlarımın babası ise Namık Kemal'dir" sozunu soylediği yüce insan. Kimileri onu lekelemek için kürt,ateist gibi şeyler soylese de bunların gercekle uzaktan yakından bir alakası yoktur.Zaten "Türkçülüğün Esasları" isimli kitabını okuyanlar da bu iddiaların birer iftiradan ibaret olduğunu anlayacaklardır... |
bu kafatascı milliyetçilik ne zaman ölecek merak ediyorum.nihal atsız öldü siz izinde gidin afferim.123ler yaşasın türkler...![]() |
Anlatmalıyız, Yoksa böyle yanlış düşünceer ortaya çıkıyor.