I

Teğmen
02 Ekim 2007
Tarihinde Katıldı
Takip Ettikleri
0 üye
Görüntülenme (?)
36 (Bu ay: 0)
Gönderiler Hakkında
I
16 yıl
Bu ay kotalar kaç gb
arkadaşlar cok soylentıler var. Ocak ayında yani bu ay kotallar 4 gb mı 6 gb mı? 1024 hız için
I
16 yıl
SÜZÜLDÜ HAVALANDI VE İZLEDİ
SÜZÜLDÜ HAVALANDI VE İZLEDİ


Oturduğu yerden kalktı. Gözlerini gelenlere çevirdi. Bir yığın asker ve birçok siyasetçi akın ediyordu. Askerleri o da selamlamaya durdu. Onlarla gurur duyuyordu. Hepsi birer evladıydı O’nun. Saat 9 u beş geçe saygı duruşuna geçildi. Nasıl bir mutluluktu bilinmezdi. Bu kadar halkın O’nu bu kadar sevmesi kelimelere sığmazdı.

Uçtu, okullara bakmaya başladı. Herkes saygıyla eğiliyordu O’nun önünde. Sirenler çalınıyor, sokakta yürüyen vatandaşlar bile olduğu yerde buz kesilip saygı duruşuna geçiyordu. Gözlerden yaşlar süzülüp yere düşüyordu. Daha da uçtu. Geldiği yer Meclis Binasının caddesiydi. İstiklal Marşını o da yüreğinden söyledi. Yerinden kalkamayan bir takım bakanları gördü. Bakanlar uyuyordu. Ah keşke orda olabilsem diye iç geçirdi. Devlet ne hale gelmişti böyle? İstiklal marşına ayağa bile kalkmayan kişileri göreceğine hiç inanmazdı. İçinde burukluk oluştu uçtu ilerledi gökyüzünde.

Şimdiki geldiği yer bir gazete bayi idi. Süzüldü yere. Gazetelerin her birinden bir tane aldı. Gazetelerin başlıklarını okumaya başladı. Bazı gazeteler O’na saygıyı büyük halde yazmış, bazıları küçük haber halinde geçmiş, bazıları ise direk art niyetle O’na yakışmayan resimlerle haberleri vermişti. Yine üzüldü iç çekti. O, bu insanlara ne yapmıştı ki? Vatanımızı bize vermişti, yaptığı suç muydu? Gazeteler niye böyle yazıyordu ki? Nedir bu insanlardaki düşmanlık diye düşündü. Olsun o yine halkının O’na düzenlediği törenleri düşündü. Oradan uçarak ayrıldı

Köşküne girdi. Televizyonu açtı. Her yer saçma sapan programlarla doluydu. Göstermelik Onla birlikte bayraklar konmuştu televizyonların sağ üst köşelerine. Ama bir tane program dahi yoktu. Zerre kadar mana taşımayan programlar mevcuttu. Ama bir tane O’nu anlatan uzun soluklu bir program göremedi. Yine iç çekti. Hüzünlendi. Belki de evine dönme vakti gelmişti.

Anıtkabire geldiğinde mezarının yanına süzüldü yine. Bazı okullar ziyaret ediyordu O’nu. Her çocuğa ayrı ayrı sevgi gösterdi. Hepsini gözlerinden öptü. Çocukların içleri vatan sevgisiyle doldu.

Akşam olduğunda yine yalnız kalmıştı kabrinde. Ama o hiçbir zaman uyumamıştı ki. Hep vatanını düşünmüştü. Düşünce O’nu genç yaşta aldı bizden götürdü. Dert içini yaktı. Zamanında olan ayaklanmaları, vatan karşıtlarını düşüne düşüne hastalığı meydana çıktı. O, kendi zevklerinden çok vatanının zevklerini düşündü. Bugün de öyle yapacaktı. Uyumayacaktı. Vatanını düşünecekti. O, Allah’ın Türkiyemize verdiği bir mucizeydi. O, Allahın bir lütfüydü. O, bizim Atamızdı. O, ATATÜRKÜMÜZDÜ.

Rahat uyu ATAM

İsmail Öztaş
I
16 yıl
İsmail Öztaş\u0027dan hikayeler
Saygıdeğer arkadaşlarım,

Hikayelerimi tek bir başlık altında toplamaya, arkadaşlarımın önerileriyle karar verdim. Önceki hikayelerimi de buraya tekrar yazacağım. Yeni bir projem var. Dizi tadında hikaye. Örnegin bugun ilk bölümünü yayınlayacağım hikayenin. Hikaye biraz uzun soluklu olacak. İlk bölümünü bugun yayınladıktan sonra, haftaya diğer bölümünü yayınlayacağım. Heyecanlı bir hikaye olduğuna inanıyorum. Eskiden gazetelerde "devamı yarın " gibi hikayeler yayınlanırdı. Şimdi bunu nete taşımak istiyorum. Devamı haftaya olacak şekilde hikayemi yazacağım. Öncelikle diğer buraya koydugum hikayeleri yayınlıyorum. Yeni hikayelerimi de buraya yayınlayacağım.

saygılarımla

Uzun soluklu hikayeme başlıyorum....

(8 Kasım 2007)
KARANLIK DEVİNİM





Kapalıçarşı, her zamanki gibi o kusursuz ihtişamı ile göz kırpıyordu insanlara. Muhteşem güzelliği turist olsun, yerli halk olsun tüm kişileri kendine çekmeye beceriyordu. Günlük bir-iki milyon kişinin ayak basıp geçtiği bu çarşıda, günlük gelirin ne kadar olduğu her zaman insanlarda merak uyandırmıştır. Bu gelirin ne kadarı nereye, ne kadarı kiraya gider gibi soruların cevaplarını esnaflar bilir ama sır gibi saklarlar. Bir karınca yuvası gibi hep işlek olan dükkânlar bu durumdan pek memnun gözükürler. Zenginlik hayali kuran insanların, bu dükkânların önünden geçtikten sonra “ Keşke ben de şurada dükkân sahibi olsam” dediklerini duyar gibi oluyorum. Bu karşı konulamaz dürtüye sahip olan kişiler çoktur ama Kapalıçarşı’da dükkan sahibi olmanın ne kadar zor ve zahmetli bir iş olduğunu hesaba katmazlar. Bu eşsiz çarşıda dükkân sahibi olmak için bazı bedeller ödemeniz gerekebilir.


Yer: Tagay Kapalıçarşı Ofisi


Adil Tagay, her sabah olduğu gibi ofise dakik bir şekilde gelmişti. Bu ofis, Kapalıçarşı’nın en ücra yerinde, bulunması en zor olan fakat çarşıda bulunan tüm esnafın bildiği bir yerdi. Dışardan bakıldığında büyük bir emlak ofisi gibi gözükse de gerçek işlerini başka şekilde yürütüyorlardı. Adil Tagay, Tagay ailesinin büyük oğlu idi. Cüsseli yapısı, yüzündeki kesici alet izleri ile tam bir psikopat görüntüsü veriyordu. Tagay ofisi ise duvarları yüksek ve etrafı büyük bir yerdi. İçerde 12 çalışan vardı. Bu ofis için 12 çalışan fazla idi ama Tagay ailesi bunun bu şekil olmasını istiyordu. Etrafta dosya yığınları vardı. Alfabetik sıra ile neredeyse binlerce dosya da dolabın içerisinde bekliyordu. Dolabın bir şifresi ve açılması için gereken bir de parmak izi testi makinesi vardı. Bu kadar sıkı güvenlikle korunan dosyalarda ne yazabilirdi ki? Adil Tagay, masasına oturduğunda ofisin telefonu çaldı, telefonu açarak

“ Evet “ dedi.

“ Patron, çarşıda bir devir işi gerçekleşecekmiş. Bayöz Altın, dükkânı başka bir adama devir ediyormuş. Aldığım haber böyle patron. Talimatlarını bekliyoruz. “ dedi telefondaki ses.

Adil Tagay, basık olan yerinden kalkarak, içerdeki geniş dolabı açmaya koyuldu. Öncelikle şifresini yazdı ve daha sonra parmağını, makineye bastırdı. Dolap “tık” sesiyle açıldı. Dolabın içinden alfabetik sıraya göre dizilmiş olan dosyalardan “ B” harfi olan dosyayı seçti. Hafif bir zorlama ile dosyayı yerinden çıkardı, masasının üzerine koydu. Sayfaları hızlı hızlı çevirdikten sonra istediği sayfayı buldu. Sayfanın üstünde “ Bayöz Altın” yazıyordu. İncelemeye koyuldu. Bir iç çekti ve sayfayı cebine sıkıştırdı.

“ Ofiste 3 kişi kalsın. Diğerleri benle gelsin “ dedi Adil.

Adil ve yanındaki dokuz kişi yola koyuldular. Kapalıçarşı’nın dolambaçlı kısımlarından geçiyorlardı. Dükkân sahipleri Adil’i gördüklerinde selam veriyorlar, “ Bir arzunuz var mı Adil Bey “ diyerek hoşnutluklarını bildiriyorlardı. Adil, dükkân sahiplerinin ne dediklerine kulak asmayarak hışımla yürüyordu. 32 numaralı dükkâna gelmişlerdi. Dükkânın ismi “ Bayöz Altın” idi. Adil, içeriye şöyle bir göz attı ve daha sonra:
“ Beş kişi burada bekleyin. Birileri gelirse içeri almayın. İçerde müşteri var diyin” dedi, Adil ve içeriye dükkâna girdi.

Dükkânda altın konulacak olan tabletler hazırlanmıştı. Altınlar yavaşça tabletlere koyuluyordu. Adil, ellerini cebine soktu ve karizmatik bir edayla dükkân sahibinin önüne geldi.

“ Taşınıyorsun galiba” dedi Adil.

“ Abi evet, güzel bir teklif geldi elimize. Devrediyorum dükkânı. “ dedi dükkân sahibi.

Adil, ellerini şimdi ceketinin cebine soktu. İçerisinden bu dükkâna ait olan sayfayı çıkardı. Dükkân sahibinin önüne fırlattı. Adam titreyerek kâğıdı eline aldı.

“ Abi vallaha ödeyecektik. Ondan sonra devredecektik. Kaçmak gibi bir niyetimiz yoktu.” dedi adam korkulu halde.

“ Allah’tan kaçarsın ama bizden kaçamazsın it. Sen bu parayı ödemeden bu dükkândan değil senin ölün bile çıkmaz. Aferin kira borcun yok. Ama dükkânı koruma paranız ve altın ticaretini sağladığım İran yolundan geçiş ücretlerin dâhil tüm borçlarını ödedikten sonra bu dükkânı devredebilirsin. Bir gün mühlet veriyorum. Gidiyoruz çocuklar. “ dedi Adil.

Adil, adama verdiği sayfayı da alarak dükkândan çıktı. Dükkân sahibi ise tir tir titriyordu. Ne yapacağını bilemez bir haldeydi. Hem devredeceği kişiye iki gün sonrası için anlaşma yapmıştı. Ama şimdi bu borcu ödedikten sonra devredebilecekti. Bir günde o kadar parayı nasıl bulurum diye koyu koyu düşünmeye başladı. Öncelikle devredeceği kişiye bu surumu haber vermesi gerektiğini düşündü. Cep telefonunu eline aldı ve aramaya koyuldu. İki kez çaldıktan sonra aradığı kişi telefona çıktı

“ Alo, ben dükkânımı alacağınız kişi Sinan. Size devir işlemleri hakkında ufak bir pürüzün çıktığını belirtmek istiyorum. Bazı borçlar yüzünden devir gecikebilir “ dedi dükkân sahibi Sinan.

“ Hımm. Bu borcu biz kapayabiliriz. Siz bize kime ve ne kadar borcunuz olduğunu söyleyin. Gerisini biz hallederiz. “ dedi telefondaki ses.

“ Beyefendi siz borcu bana getirin, ben gereken kişiye veririm. Ben size şimdi miktarı ve ne zaman getireceğinizi söylüyorum… “dedi, adresi ve miktarı da bildirdi.



Sinan telefonu kapadıktan sonra, çalışanlarına biraz daha acele etmelerini söyledi. Etrafı bir kolaçan ettikten sonra çantasını alıp dışarıya çıktı.

Adil Tagay ise, ofisine geri dönmeden önce çarşıdaki bir dükkâna daha uğradı. Bu dükkân oyuncaklar, hediyelik eşyalar satan bir yerdi. Adil loş ışıkla aydınlatılmış oyuncaklardan birini seçti.

“ Bunu paketle Kenan. Üzerinde “ Mutlu Yıllar Afife” yazacak. Fiyatı ne kadar bunun? “ dedi Adil.

“ Abi, ayıp ediyorsun. Senden para mı alacağız. Benden küçük kız kardeşine bir hediye olsun” dedi dükkân sahibi Kenan.

“ Kes lan. Al şu parayı. Yalakalık yaptığın yeter” dedi Adil hışımla.

Hediyeyi alarak adamlarıyla beraber oradan uzaklaştı.



----------------------------------------------------------------------------------------
“Tuğrul Bey, bu aile karşısında neler yapacağız? Adamların arkasında ne ararsan çıkıyor. Küçük büyük her türlü işe girebiliyorlar. Bir çok destekçisi ve derneklerine üye olan bir çok insanları var”

“ Çok büyük bir operasyonun temellerini atıyoruz. Takımımı kurdum. Hepsine haberleri yolladım. Birkaç gün içerisinde 1994 de kurduğum takımın aynısını kuracağım. Hepsi sağlam insanlardır. Büyük operasyon başlayacak “


------------------------------------ Devamı Haftaya perşembe------------------------------------------------------------------------

DİZİ TADINDAKİ HİKAYEMİZE DEVAM EDİYORUZ

- Yer: Rusya Deniz İşletmeleri –



Soğuk dalgalar kıyıyı hiç bitmeyecekmiş gibi sürekli dövüyordu. Fırtına ile birlikte kıyıya savrulan çamurlar bu denize neden “ Karadeniz” isminin verildiğini çok iyi açıklıyordu. Deniz kıyısında bulunan evlerin kapı ve pencereleri sıkıca kapalıydı. Deniz İşletmeleri Şubesinde çalışanlar da bu fırtınanın ne zaman biteceğini merakla bekliyordu. Şubenin meşrubat görevlisi, çalışanlara sıcak içecekler dağıtıyordu. Uzun koridordan geçerek, eski tahta kapılı bir odanın önüne geldi. Kapının üzerinde “ Kapıyı çalmadan da girebilirsiniz notunu gördü. Kapıyı açtı ve elindeki meşrubatlardan bir tanesini odanın içerisinde duran adamın önüne koydu. İçerdeki adam:

“ Sağol. Şimdi git içerdekilere söyle 2 saate kalmaz fırtına bitecek. Boşuna dır dır yapmasınlar. İşlerine baksınlar düzgün şekilde “ dedi

Meşrubatı getiren adam şaşırarak koridora çıktı. Ve önüne gelen her kişiye durumu anlattı.

İki saate kalmadan fırtınalar teslim bayrağını çekti. Denizi artık dövmekten vazgeçerek uzaklaştı. İşletmedekiler ve halk mutlu bir hale gelmişti. Akşam olmaya başladı ve işletmedekilerin artık çıkış saatleri gelmişti. Eski tahtalı kapısından çıkan adam her gün baktığı gibi kendi şahsına ait posta kutusuna baktı. İçerisinde ilk kez bir zarf vardı. Şaşırarak elini kutunun içine soktu ve zarfı çıkardı. Titizlikle zarfın ucunu yırttı. İçerisindeki kâğıdı aldı. Okumaya koyuldu.

“ Çaka Bey’e

Fırtınalar seni durduramaz Kaptan Çaka. Seni aramızda görmek istiyorum. Bu sefer ki iş büyük. Ülkene borcunu ödemenin vakti geldi.

Tuğrul Bilge”


Çaka Bey’in suratına kısık bir gülümseme geldi. Zarfın içinden bir de uçak bileti çıktı. Uçağın geleceği yer İstanbul’u gösteriyordu. Rusya’nın bu soğuk ve kırıcı ikliminden sonra Türkiye, çok sıcak gelecekti. Ama Türkiye’de hava sıcaklığından başka, daha değişik sıcak olaylar oluyordu diye düşündü. Çünkü çağırılmasının bir sebebi olmalıydı. Çaka Bey’in İstanbul’ a gitmeyeli 10 sene olmuştu. Yerler, sokaklar, her gün geçtiği esnaflar acaba şimdi ne haldeydi. Bu uzun yolculuğa hazırlanmak için evinin yolunu tuttu.

Evine geldiğinde büyük bir bavul aldı. Dolabına giderek sadece bir tane giyecek koydu. Daha sonra banyoya geldi. Duş kabinin içine girdi, musluğu çevirdi. Sular akmaya başladı. Duş kabinin deliğini eliyle ters çevirdi ve delik kapandı. Hızla akan sular kabini doldurmaya başladı. Bir süre sonra kabinden sular taştı ve banyoya döküldü. Tam bu esnada musluğu kapadı ve tiz bir “ tık “ sesi geldi. Kapadığı musluk yavaşça yerinden oynadı ve arka tarafa açılan bir ufak duvar boşluğu oldu. Tırnaklarını zorlayarak bu duvarı kendisine doğru çekti. Duş kabinin musluk olan kısmı sanki bir kasa haline gelmişti. Bu kasa silahla doluydu. İçinde ne kadar silah varsa çıkardı ve hızlıca bavuluna yerleştirdi. Bavulunu kilitledikten sonra evinden dışarı çıktı. Havalimanına gitmek için bir taksiye bindi. Taksici “ Nereye gitmek istiyorsunuz? “ dedi usulca. Çaka “ Havalimanı “ dedi. Taksici havalimanına doğru gitmek için arabayı sağa doğru kaydırdı ve anayola çıkardı. Havalimanı yolu Çaka’nın evine biraz uzaktı. Taksici de bunun farkında gibiydi çünkü Çaka ile sohbete başlamıştı.

“ Beyefendi yolculuk nereye? Nereye uçacaksınız? Dedi taksici.

“ Niye sordun? “ dedi Çaka, bir yandan da gözlerini dikiz aynasından taksiciye doğru dikmişti.

“ Merak ettim beyefendi, sadece merak. Söylemeyebilirsiniz tabi ki.” Dedi taksici.

Çaka şimdi Rusçayı bırakıp Türkçe konuşmaya başladı.

“ Bak evlat. Türksün bunu biliyorum. Birincisi hiçbir Rus taksici yolcusuyla muhabbet etmez. İkincisi hadi ettiler diyelim, niye sordun sorusuna, meraktan diye sormazlar. Üçüncüsü Tuğrul Bilge seni niye gönderdi? “ dedi Çaka Bey, olanlarına farkına varmıştı.

Taksici bu konuşmadan sonra artık üstelemedi ve gerçeği söyledi. O da Türkçe konuşmaya başladı

“ Efendim, Tuğrul Bey, bu şekilde benim tarafımdan havalimanına götürülmenizi daha güvenli buldu. Ben size kimliğimi havaalanında söyleyecektim ama siz zaten çözdünüz. Bu arada havalimanından geçerken dikkat edin” dedi hafif bir gülümsemeyle.

Havalimanına yaklaştıklarında Rusça konuşmaya başladılar. İndiklerinde taksici bagajdan Çaka’nın bavulunu çıkardı ve kendisine uzattı. Hiçbir şey olmamış gibi taksisine bindi ve yola çıktı. Çaka ise bu sırada havalimanına girmişti. Güvenlik kabinine geldiğinde, görevli metal eşyalarını çıkarmasını istedi. Çaka bir yandan silah bavulunu, bavul kabinine koymuştu. Bavullar sırayla güvenlik yerine girerken, sıra Çaka’nın bavuluna gelmişti. Kabin tiz bir sesle haykırdı. Güvenlik görevlileri hemen bavulu aldı. Çaka ise bu sırada güvenlik kabininden geçti ve kabin yine tiz bir sesle haykırdı. Görevliler hemen Çaka’nın etrafını sardı. Bir görevli elinde bavulla Çaka’nın yanına geldi, diğer iki görevli ise Çaka’yı kıskıvrak tutuyordu. Etraftaki meraklı gözler bu olaya tanıklık ediyorlardı. Etrafta toplanan kalabalığı havalimanını görevlileri sakinleştiriyor, herhangi bir sorunun olmadığını söylüyorlardı. Görevliler, Çaka ve bavulunu alıp hemen havalimanı güvenlik odasına soktular. Odaya getirdiklerinde loş bir ışık yanıyordu. Çaka, odaya gelene kadar ağzını açmamıştı. Güvenlikçiler, odanın kapısını kapadılar. Odada sadece bir masa ve bir de girdikleri kapı haricinde arkalarında duran siyah bir kapı vardı. Odaya geldiklerinde Çaka’nın ellerini tutmayı bıraktılar. Çaka;

“ Aferin beyler, işinizi iyi yapıyorsunuz. Her şey kurallarına göre. Önemli biri olduğumu kimse fark etmeyecek. Zaten size bunu Tuğrul Bey anlatmıştır. Bu siyah kapıdan mı çıkacağım “ dedi.

“ Evet efendim. Kolay gelsin. İyi günler dileriz. Buyurun bavulunuz. “ dedi bavulu tutan görevli.

Çaka, bavulunu alarak, siyah kapıdan hızlı adımlarla çıktı. Bu oda direk olarak uçak kapısının önüne çıkan bir kapıydı. Uçağın önüne geldiğinde biletini vererek içeriye girdi. Sanki uçağa ilk kez biniyormuş gibi bir hava içerisindeydi. Seyahat edeceği koltuğu buldu. Oturduğunda anons yapılmaya başladı.

“ Lütfen, kalkış anında kemerleriniz bağlayınız. İyi uçuşlar dileriz”

Çaka, anonsu duyduktan sonra kemerini belinden dolayarak bağladı. Yanında iki yaşlı kadın oturuyordu. Öyle kötü kokuları vardı ki sanki bir ceset kokusu içerisindeydiler. Çaka aldırış etmedi. Burnundan nefes almayı bırakıp ağzıyla nefes almaya başladı. Böylece kokunun midesine dolmasına izin vermiyordu. Öndeki yolcularda bu kokuyu duymuşlardı ki, etrafa koku sıkıyorlardı. Kalkış anı geldiğinde yolcular, yerlerine daha sıkı yaslanmaya başladılar. Çaka da aynı şekilde koltuğuna sarıldı. Gürültü ile hızlanan uçak, burnunu havaya dikerek kalkmıştı bile. Yolcular şimdi daha rahat nefes alıp vermeye başladı. Yolcular bir dakikalık bir süreden sonra bulutların eşsiz güzelliği ile karşılaştılar. Çaka, dışarıyı biraz seyre dalmıştı. Yanındaki yaşlı kadınlar ise gözlerini bir açıp, bir kapıyorlardı. Uyuyup uyumamaya karar verememiş halleri vardı. Hostesler biraz zaman sonra servislerine, kabinler arasındaki geçişlere başladı. Uzun, vücudu güzel, sarışın bir hostes, Çaka’nın yanına geldi.

“ Bir arzunuz var mı? “ dedi hostes nazikçe.

“ Bir kahve alabilirsem, kendimi daha iyi hissedeceğim “ dedi Çaka güler yüzle.

Hostes de aynı Çaka gibi güler yüzlü oradan ayrıldı ve kahveyi getirmeye gitti. Çaka, yolcuları süzerek, kimisinin uyuklamaya başladığını, kimisinin dergi okumaya başladığını gördü. Kendisi de “ Kahveden sonra iyi bir uyku çeksem hiç de fena olmaz” diye düşündü. İki dakika sonra kahve, aynı hostes tarafından getirildi.

“ Buyurun efendim, şekeriniz bu poşetlerde” dedi hostes aynı güler yüzlülükle.

Kahveyi verdikten sonra, hostes yolcular arasında tekrar dolaşmaya başladı.

Çaka önce kahveyi içmedi. Kafasında belli belirsiz şeyler dönmeye başladı. “ Şekeriniz bu poşetlerde” bu sözler kafasını meşgul ediyordu. Bir an için sanki donmuştu. Elinde kahve ve şeker poşetleri kıpırdamıyordu. Kafasını, afallamasını gidermek için sağa sola salladı. “ Bu kadın şeker istemeden neden şeker getirdi ki? “ . Kadınların kokuları da o kadar ağırlaşmıştı ki, nefes almak bile zorlaşmıştı. Bir süre sonra elindeki kahveden bir yudum almak için eğildi. Dilindeki tat almaçları sanki hasar görmüştü çünkü aldığı kahve tadı değildi. Ağzına bir tat gelmiyordu. Bir şeylerin ters gittiğinin farkına varmıştı. Şeker poşetini açtı. Düşündüğü şey gerçekleşirse, daha İstanbul’a gitmeden burada ilk görevi olacaktı. Poşeti titizlikle yırttı. Eline biraz döktü, koklamaya başladı. Burnuna kadınların kokusundan başka bir şey gelmiyordu. Yavaş yavaş kafasında bir takım şeyler oluşmaya başladı. Koltuğundan ani bir hareketle kalktı. Tuvalete doğru gitti. Tuvalete gelip kapısını kilitledi. Lavabodaki suyun akıp gitmesini sağlayan deliği bir havlu ile kapadı. Suyu açtı ve bir süre sonra su lavaboyu doldurunca, musluğu kapadı. Elinde tuttuğu şeker poşeti, lavaboya boca etti. Lavaboda biriken sularda hiçbir farklılık oluşmadı. Elinde boca ettiği poşetin içindeki beyaz tozlar, suyun dibine demir atmıştı. Çökmüşlerdi. Heterojen bir görünümde bir durum oluştu. Normalde, şeker ile su homojen olarak karışır, suyun içinde tanecikler gözükmezdi. Çaka, soğukkanlılıkla havluyu çekerek, suların akmasını sağladı. Poşetlerin içindekilerde sular ile birlikte gitmişti.

“ Striknin. Suya karıştığında heterojenliğini kaybetmez. Bulanık görünüm alır. Kuduz hayvanları öldürmek için kullanılan bir zehir türü. Demek bir kuduz hayvan kadar değerli görüyorlar beni. Demek koku almamı istemediler. Bu zehir kokusundan anlaşılır. Yaşlı kadınlar!! Onların kokusu ile koku ve tat duyularım zayıfladı. Hostes ve yaşlı kadınlar. Görev seni bekliyor oğlum”

Çaka, kendisine kurulan bu yok etme planının farkına varmıştı. Hiçbir şey olmamış gibi, aynı sakinlikte dışarıya çıktı. Kendi koltuğuna doğru yöneldi. Koltuğuna geldiğin de ise gözleri yaşlı kadınları göremiyordu. Kadınların oturdukları koltuklar boştu. Çaka, bu durumu görünce önce koltuğuna yönelmeyip bir şeyler yapması gerektiğini düşündü ama daha sonra içinden “ En iyi plan, kurmadığın plandır” dedi. Koltuğuna tekrar oturdu ve olayların nasıl gelişeceğini izlemeye koyuldu.


--------------------------DEVAMI HAFTAYA PERŞEMBE-----------------------------------------




dizi tadındaki hikayemize kadığımız yerden devam ediyoruz....



- Yer: Irak – Türk Askeri İstihbarat Merkezi –




En eski medeniyetlikleri ev sahipliği yapmış bu eşsiz güzellikteki yer artık yok olmaya yüz tutmuştu. Bağdat zamanında dünyanın hatırı sayılır şehirlerinden biriydi. Ama artık savaşın verdiği zalim ve acımasız saldırılar sonucu yerle bir olmuştu. Her gün hiç durmadan bombaların düştüğü bu ülkede, halk artık yaşayamaz hale gelmişti. Amerikan ordusu ile Irak’taki direnişçiler arasında yaşanan belki de sonu bitmeyecek bu savaşın Ortadoğu’daki halkı korkutmaktaydı. Amerika ile sınır komşusu haline gelen Türkiye ise burada Iraklıların ve Amerikalıların haberi olmadan istihbarat çalışmalarına devam ediyorlardı. Bu istihbarat bürosu bir konsolosluk gibi duruyordu ama bazı bölmelerinde çalışan askeri istihbaratçılar görevlerini gizlice yürütüyorlardı. Bu istihbaratçılar Amerikalıların neler yaptıklarını, Iraklıların ne tepki verdiklerini, Türkiye’ye karşı herhangi bir planın olup olmadığı, bundan sonra neler yaşanacağı gibi konuları Türkiye’deki birimlere bilgi veriyorlardı. Bu birim 1971 yılında, İngiltere’nin Ortadoğu’daki hâkimiyetinden sonra kurulmuştu. O zamanlar bu istihbaratçılar, İngiltere’den sonra Ortadoğu’ya Amerika’nın gireceğini haberlerini vermişlerdi. Nitekim 1992 sonrasında artan ABD faaliyetleri sonucu Irak şimdi ABD’nin kontrolü altında.

Savaş bitmişti ama kalıntıları halen sürüyordu. Misket bombalarının verdiği kimyasal zararlar şimdi serbestçe etrafta dolanıyordu. Hiçbir şeyden habersiz çocuklar savaş alanlarını, oyun oynama alanına çevirmişlerdi. Bu alanlardan biri de Askeri İstihbarat’ın olduğu yerin arka yıkık sokaklarıydı. Çocuklar neşeyle oynarlarken, o binada olup bitenden habersizlerdi. Binanın üst katında bu istihbarat merkezi bulunuyordu. Siyah kısa saçlı, boyu uzunca, omuzları dik zayıfça birisi normal bir kıyafetle konsolosluktan içeriye girdi. Büyük giriş yerinde çalışanlara hiçbir şey demeden, rahatlıkla etrafta dolaşıyordu. Büyük girişin sağından yürüyerek asansörlerin olduğu yere geldi. Asansörün içerisine girdi. Asansörde 3 tane katı gösteren düğmeler vardı. Adam, 3. kata bastı. Asansör çalıştı ve saniyeler sonra adamın istediği kata gelmişti. Adam asansörün kapısını açmadı. Asansörün içerisinde bulunan aynaya doğru döndü. İçerideki aynanın üzerine beş parmağını dayadı. Ufak bir “çıt” sesiyle asansörün aynalı olan kısmı açıldı. Adam, açılan kısmı kendine doğru çekti ve asansör boşluğunun bu katına yapılmış gizli bir kapıyı gördü. O kapıya da cebinden çıkardığı bir anahtarı soktu. Kapıyı açarak içine girdi. Girdiği kapıyı kapatınca, otomatik olarak aynalı bölümde kapandı ve asansör normal haline döndü. Girdiği kapı, uzunca karanlık bir koridora açılıyordu. Koridordan hızlı adımlarla yürüyerek, geniş bölmelerin olduğu birçok insanın bir takım şeylerle uğraştığı bölüme geldi.

“ Merhaba Komutanım. Hoş geldiniz “ dedi masasından kalkarak konuşan bir görevli.

Adam, kafasını sallayarak iyi olduğunu belirtti. Yine hızlı adımlarla üzerinde “ Hakan Albay – Baş Komutan” tabelası olan odaya girdi. Koltuğuna kuruldu. Önünde bir yığın bekleyen dosyalar içerisine gömdü kendini. Odasında dosya yığınlarından başka, susmayan bir telsiz, kıyafetlerin koyulduğu bir dolap bir de büyükçe bir masa vardı. Masasının üzerinde o günün tarihli bir dosya bulunuyordu. “ Bakalım bu günün istihbaratları nelermiş “ dedi kısık sesle. Bir yandan da dosyayı kabından çıkardı. Zımbalanmış kâğıtları okumaya koyuldu.

“ * Dün gerçekleştirilen ABD operasyonunda, Irak’ta bulunan iki müzeden kâğıtlar çalındı. Ve önemli olduğu anlaşılan bu kâğıtlar Dohuk yakınlarında yakıldı.

* ABD’nin Bağdat yakınlarında gece yapılan bir operasyonda bir Türk ailesi katledildi. Hiç kimsenin haberi olmadı ve basına sızdırılmadı. Türk ailesi, geçimini baba tarafından yapılan tır şoförlüğünden sağlıyordu. 2004 ten beri Irak’ta bulunmaktaydılar.

* Iraktaki direnişçiler yarın için bir intihar saldırısı düzenlemeyi planladılar. Ayrıntılar öğlene doğru masanızda bulunacaktır. “

Kağıtta yazılanlar bunlardan ibaretti ama içindeki bilgiler ve haberler çok önemliydi. Hakan, eline bir kalem alarak rapora karşılık bir rapor hazırlamaya başladı. Bir süre sonra, rapor bittiğinde, raporu bir sarı büyük zarfın içine koydu. Üzerine “ Gizli “ damgasını bastı. Zarfı alarak yerinden kalktı. Odasından sakin adımlarla yürüyerek, postalama bölümüne geldi. Oradaki postalanan zarfların yanına bu zarfı da koydu. Bu bölümden dışarı çıkarken, tam o sırada posta bölümünde çalışan biri arkasından seslendi.

“ Efendim mektubunuz var “



Hakan, elini tuttuğu kulptan çekti ve arkasına dönerek görevlinin yanına gitti. Kendisine gönderilen zarfı aldı. “Kimden gelmiş olabilir ki “ diye düşündü. Meraklı gözler içerisinde odasının yolunu tuttu. Zarfı yırtarak açtı, içinden sadece bir paragraflık yazı çıktı:



“ Hakan Komutan ‘a ,

Asker sıfatını biraz bırakma zamanı Hakan! Seni aramızda görmek istiyorum. Bu seferki iş büyük. Ülkene borcunu ödemenin vakti geldi.

Tuğrul Bilge “



Zarfın içerisinden bir de Gaziantep Havalimanından İstanbul’a geliş üzerine kurulu bir uçak bileti çıktı. Hakan;

“ Buradaki görev şimdilik bitti demek. Acaba bu büyük görev ne?” dedi endişeli gözlerle. Ama bir yandan da dosyalarını topluyordu. Dosyalarını, belgelerini etraftan kaldırdıktan sonra onları bir çanta içerisine koydu. Elinde çantasıyla geldiği yoldan aynı şekilde giriş bölümüne geldi. Geldiğinde kimseyle konuşmadığı gibi şimdi de kimseyle konuşmadı. Konsolosluktan çıktı ve hemen solundaki binaya girdi. Burası sıvaları dökülmüş eski bir binayı andırıyordu. İlk kata girdiğinde kendi kapısına doğru yöneldi. Anahtarını çıkarırken, kapının dibine baktı. Zorlanmış kesici alet izleriyle kaplanmıştı. Daha 8 saat önce burada bu izler yoktu. Hakan, arkasından silahını çıkardı. Kapıyı yavaşça ardına kadar açtı. Evinin içerisine girdiğinde, sanki savaş alanıyla karşılaştı. Her yer dağıtılmıştı. İçeride kimse yoktu ama birilerinin saklanmış olabileceği şüphesiyle silahını beline koymamıştı. Kendi yatak odasına emin adımlarla yürüdü. Yatağını bir kaldırışta ters çevirdi. Yatağın altına bağlamış olduğu silahları oracıkta duruyordu. Hemen eline çantasını aldı. Silahlarla birlikte koşarak evden çıktı. Arka bahçeye park ettiği aracına oturdu. Arabayı çalıştırdı. Ve tozlu toprak yoldan sarsıntılı bir şekilde gitti.

Sınır kapısına geldiğinde ABD’li görevliler tarafından çevrildi. Yüzündeki derin ve soğukkanlı ifade görevlilerin dikkatini çekmişti.

“ Pasaportunuz lütfen “ dedi bir görevli.

Hakan cebinden yeşil gri karışımı bir kart çıkardı. Irak- Türk konsolosluğuna ait bir diplomatik karttı. Görevliler bu kartı görünce zorluk çıkarmadan aracın devam etmesini söylediler. Hakan da böylece Irak sınırından kendi topraklarına geçiş yapmış oldu. Tozlu topraklı yollarda sallanan aracını kontrol etmekte güçlük çekiyordu fakat vatanına gelmiş olması ile bu zorlukları çabucak unutuveriyordu. Aracını Gaziantep istikametine doğru hızlıca sürmeye başladı. Aracını sürerken bir yandan, iç çekiyor niye geri çağırıldığını çok merak ediyordu. Bu sorunun yanıtını ancak İstanbul’a gittiğinde bulabilecekti.

Saat artık geç olmuştu. Güneş, etkisini şehirlerin üzerinden çekiyor yerini göz kamaştırıcı yıldızlara bırakıyordu. Hakan ise Şanlıurfa ilini de geçerek sonunda Gaziantep’e girmişti. Biraz dinlenmek için aracını yol kenarına çekti. Aracından inerek biraz soluklandı. Dağların ardında yumak haline gelip O’na göz kırpmalarını görünce:

“ Yıldızlar bile ülkeme geri dönmemi kutluyor.” Dedi gülümseyerek.

İçine bir nefes daha hava çekti. Ülkesinin havasını uzun zamandır koklamıyordu. Bu yüzden sanki bir daha çekemeyecekmiş gibi bu temiz havayı ciğerlerine çekiyordu. Bir süre sonra aracının içine girdi. Tekrar anayola çıkarak havalimanına doğru sürmeye başladı. Yollarda artık gecenin verdiği yalnızlık ile tenhalaşmalar olmuştu. Araçların azlığı, trafik sorununun olmayışı Hakan’ı beklediğinden daha önce havalimanına getirdi. Hemen aracından inerek çantasıyla birlikte havalimanının giriş kısmına daldı. Etrafına bakınarak güvenlik kabinine doğru yürüdü. Güvenlik kabinine geldiğinde korkunç bir gürültüyle karşılaşıldı. Halk etrafta çığlık çığlığa koşuşturuyordu. Hakan, ani bir hareketle sesin geldiği yere baktı. Park ettiği aracı patlamıştı ve cayır cayır yanıyordu. Alevler havaya karışıyordu. Soğuk gözlerle aracının alevler içinde kayboluşunu izledi. Güvenlik kabinindekiler de korku içerisinde ne yaptıklarını bilemediler. Üç görevliden ikisi halkı sakinleştirmeye çalışırken diğer bir görevli ise hala ölü gözlerle yangını izliyordu. Hakan, görevliyi kendine getirmek için bir tokat attı. Görevli kafasını sallayarak kendine gelmeye çalışıyordu. Havalimanına ait itfaiye servisi acil olarak duruma müdahale etti. Ölen ya da yaralanan yoktu. Çünkü Hakan, aracı havalimanın tam giriş kısmına değil yolun diğer kısmına park etmişti. Tokat attığı güvenlik görevlisi şoktan yavaş yavaş çıkıyordu.

“ O araç size aitti. Polis çağıracağım “dedi görevli hemen.

“ Dur evlat. Önce kimliğime bak. “ dedi Hakan. Yavaşça cebinden diplomat kimliğini çıkardı. “ Ben İstanbul’a gittiğimde sorgumu veririm. Şimdi acele işim var “ dedi.

Görevli ise yaşadığı bu olay karşısında direnemedi ve polisler gelmeden Hakan’ı kabinden geçirdi. Patlamanın olduğu yerde belli bir kalabalık toplanmıştı. Ne olup bittiğine bakıyorlardı. Ama Hakan hiç oralı değildi. Usulca silahlarıyla birlikte uçağına bindi. Uçağın koridorundan geçerek kendisine ayrılmış olan koltuğa oturdu. Patlamanın verdiği rahatsızlıktan dolayı uçak, otuz dakikalık bir gecikmeyle kalktı. Uçak havalandığında Hakan penceresinden bulutları seyre dalmaya başladı…

---------------------------devamı haftaya perşembe-------------------------------------------------------------------------------------------------


Hikayemize kaldığımız yerden devam ediyoruz


— Yer: Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti –


Gecenin karanlığı ile insanların sokaklara dolması daha çok oluyordu bu kentte. İnsanların sesleri, denizin dalgalarının sesinden daha çok yansıyordu kente. Girne, KKTC’nin her kişi bakımından en güzel, en eğlenceli yeri idi. Gecenin Girne’si ile sabahın Girne’si arasındaki farklar, bu yerin ne kadar ilginç olduğunu gösteren bir belge gibi idi. Girne’ye dışarıdaki ülkelerden gelen birçok insan vardı. Tabi bunun en önemli sebeplerinden biri ise, Girne’nin kumarhanelere sahip olmasıydı. Türkiye’de kumarhaneler yasak olduğu için bazı kendini bilmez Türk vatandaşları, sırf bu kumarhanelerde oynamak için çift pasaport alarak KKTC’nin de vatandaşlığına geçiyorlar.

Etrafı bir stadyum gibi kaplayan, görkemli ışıkları ve şatafatlı görüntüsü ile etrafı kendine çekmeye çalışan bir kumarhane idi. Görenler hem zevkle bu yapıyı izliyor hem de oynamak içi sabırsızlanıyorlardı. Kumarhaneye, şık görüntüsü ve giydiği takım elbise, etrafa saçtığı karizma ile içeriye bir adam girdi. Görevliler içeriye giren kişileri güler yüzlülük ile karşılıyordu. Bir yandan da kumarhane hakkında bilgiler verip, hangi oyunların nerelerde oynandığını gösteren küçük bir haritayı müşterilerinin ellerine sıkıştırıyorlardı. İçeriye giren adam da aynı şekilde bu haritayı aldı. Girişte etrafına göz gezdirdiğinde insanların neşeyle bu kumarhaneye girdiklerini görüyordu. Geçen güzel bir bayanın ardına takılmayı düşünse de, daha sonra bayanın yanına, koşarak gelen erkek arkadaşını görünce bu durumdan vazgeçti.

“ Oğlum Berkant, buraya kız tavlamaya değil, milleti yolmaya geldin” dedi kendi kendine kısık sesle.
Berkant asıl hedefinin buraya kumar oynamak, para kazanmak için geldiğini düşündükten sonra hemen haritasına göz gezdirdi. “ Hım güzel. Biraz Rulet ile başlayalım “ dedi. Parmağıyla kumarhane haritası üstünde rulet masalarının olduğu yeri buldu. Girişten düz ilerleyerek büyük salona girdi. Burada insanlar hep mutlu görünüyordu. Sanki hepsi oyunlarında kazanıyor gibiydiler. Büyük salondan hemen sağa doğru yürüyerek, rulet masalarının olduğu bölüme geldi. Kumarhane çalışanları tepsilerle içki dağıtıyorlardı. Önüne gelen müşteriye ikram etmeye çalışıyorlardı. Berkant, rulet masalarının olduğu bölüme girince de ona içki sunuldu. Berkant “ Şimdi değil. İçersem şansım kaçar “ dedi ve nazik bir şekilde geri çevirdi. Gözüne bir masa kestirmeye çalışıyordu. En sonunda kumar oynatan güzel bir bayan görevlinin olduğu beş numaralı masaya gitti. Masanın başında heyecanlı gözlerle topun ne geleceğini merak eden müşterilerle doluydu. Berkant, gülen gözlerle müşterileri süzdü. Top ilk oyunda kırmızı 18 e gelmişti. Berkant’ın tam yanındaki kişi havaya sıçrayarak bağırdı. “ işte kazandım” . Kırmızı 18 e parasını yatıran bu adam, etrafa serilen tüm paraları almıştı. Berkant hemen oyuna girmedi. Her beş oyundan sonra masa 5 dakika kapatılıyordu. İkinci oyunda siyah 6, üçüncü oyunda siyah 11 geldi. Berkant, eline ufak bir kağıt çıkarmış, kalemiyle birlikte oyunda gelenleri yazıyordu.

“ Güzel bir şifre kullanıyorlar. Bu el siyah 4 gelecek. “ dedi içinden sinsice gülerek. Oynatıcı, topu çarkın içine bırakıp çevirdi. Berkant bu oyuna da katılması. Top bir süre sonra siyah 4 ün üstünde durdu. Berkant’ın yüzünde ufak bir gülümseme oldu. Kâğıdına bu oyunun da notunu aldı ve kâğıdını gözden geçirdi:

“ 1.oyun= Kırmızı 18

2.oyun= Siyah 6

3.oyun= Siyah 11

4.oyun= Siyah 4

5.oyun=? “


“ Dediğim gibi güzel şifre. İlk geleni 3 e bölüyor, daha sonra 5 ile topluyor, üçüncü oyunda 7 çıkartıyor. 3-5-7, bu sayılar arasındaki ilişki 2 fazla olarak gidiyor. Ve de önce böldü, sonra topladı, sonra çıkardı ve şimdi de çarpacak. 3-5-7-9 şeklinde gidecek ve masayı kapatacak. 5.oyunda gelecek olan, dokuz çarpı dörtten 36“ dedi yüzündeki zafer ifadesi ile.
Cebindeki tüm parasını çıkararak 36 numaraya koydu. Etrafındaki diğer oyuncular şaşkın gözlerle ona bakıyordu. Bu kadar parayı bir anda nasıl koyabilirdi? Ruleti oynatan bayan görevli topu çarka koydu ve çevirdi. Berkant, topun gidişatını takip ediyordu. Bir süre sonra top yavaşladı. İki sayı daha atladıktan sonra 36 numaraya kondu.

“Kazanan kırmızı 36. Kazandığınız para büyük olduğu için kasadan alabilirsiniz. Diğer oyunlar beş dakika sonra devam edecektir. Bol şanslar” dedi güzel bayan görevli.

Berkant yüzündeki zafer gülümsemesi ile fişlerini aldı ve kasaya doğru yöneldi. Kasaya geldiğinde yaşlı gözlüklü bir adam kasanın başında duruyordu. Berkant güçlükle taşıdığı fişleri yaşlı kasiyere verdi.

-“ Hım gerçekten çok iyi para kazanmışsınız. Tebrikler. Neler yapacaksınız bu kadar parayla” dedi kasiyer

-“ Hiç düşünmedim. Yeni bir araba nasıl olur acaba, ya da güzel bir bayan bulursam para O’nun kölesi olsun yahu” dedi gülümseyerek.

Kasiyer, Berkant’ a kazandığı parayı vererek, diğer bekleyenleri çağırmak için el işareti yaptı. Berkant, çantasına doldurduğu paralar ile otelinin yolunu tuttu. 21 numaralı otel odasına geldiğinde kapının eşiğine sıkıştırılmış bir mektup gördü. Kimin yazacağı hakkında herhangi bir tahmini yoktu. Zarfı yırtarak içindeki mektubu okumaya başladı.

“ Berkant Ato’ya”,

Birazda ülkemizdeki pis insanlara karşı o zekanı kullan Ato! Seni aramızda görmek istiyorum. Bu seferki iş büyük. Ülkene borcunu ödemenin vakti geldi.

Tuğrul Bilge “



Mektubu okuduktan sonra biraz şok geçirmiş gibi görünüyordu. Zarfın içinden bir de bilet çıkmıştı

“Kıbrıs-İstanbul Uçak Bileti”



Eşyalarını ve en önemlisi kazandığı paraları toplayarak büyük bir bavula yerleştirdi. Uçak sabahın altısındaydı. Yani kalkmasına beş saat vardı. Aceleyle otelin odasından çıkarak havalimanının yolunu tuttu. Havalimanı içerisinde yemek yer biraz da vakit geçirerek uçağın vaktine kadar oyalanarım diye düşündü. Ama öncelikle biletini check-in yaptırmak için havalimanında sıraya girdi. Önünde çok kalabalık yoktu, sıra bir iki dakika içinde kendisine geldi. 5 numaralı masaya yönelerek biletini uzattı.

“Lütfen cam kenarı alabilir miyim “ dedi nezaketle.

“ Efendim üzgünüm cam kenarımız hiç kalmamış. İsterseniz koridor verebilirim “ dedi masadaki bayan.
“ Uçağın kalkmasına daha beş saat var. Bu kadar zamanda cam kenarı nasıl dolabilir? Neyse uçakta birini yerinden kaldırttırırım o zaman. “

“ Efendim uçak içinde ancak hostesler bu durumu ayarlayabilir “ dedi bayan, giderek sinirlenmeye başlamıştı.

“ O zaman benim de bir hostes ayarlamam gerekecek “ dedi Berkant.

Masadaki bayan bir an için gülme nöbetine tutulduktan sonra gülmesini keserek işlemine devama koyuldu. Berkant’ a bagajını, tartıya koymasını istedi. Berkant zorla kaldırdığı bagajı tartının üzerine koydu.

“ 53 kilo. Tek bagaj halinde en fazla 32 kilo alabiliyoruz. Bu yüzden bunun içinden 21 kilo almanız gerekiyor. Yoksa bu bagajı yollayamayız “ dedi bayan

“Bu bagajın içinden bir şey alamam. İki bagaja ayrılacak bir şeyler değil. Göreve gidiyorum bu yüzden bu bagajın gitmesi gerekiyor” dedi Berkant,şimdi sinirli görünüyordu.

“Efendim görev kartınızı göstermeniz gerekiyor. Yoksa bunu alamayız. Aşağıdaki çalışanlarımız bu bagajı taşıyamazlar. “

Berkant cebinden gri bir kart çıkararak bayana gösterdi.

“Profesör Doktor Berkant Ato – Doğu Akdeniz Üniversitesi Matematik Profesörü “

“Profesör olmanız göreve gidiyorsunuz anlamına geleceğini sanmıyorum efendim. Lütfen bagajınızı alıp iki parçaya bölün “ dedi bayan

“ Kartın arkasını çevirin. Sonra bu bagajı alın. Sonra kartımı geri verin. Ve bunu bir tehdit olarak algılamayın ama öneri diye kabul edin. Ben sizin önünüzden gidene kadar bir kere daha o minik dudaklarınızdan bir söz çıkarsa, burada da büyük bir karışıklık çıkar. Bunu unutmayın “ dedi Berkant hışımla.

Masadaki bayan kartın arkasını çevirerek “ MİT Özel Çalışanı” yazısını gördü. Berkant’ın söylediklerinden çok etkilenmiş gibiydi. Uçuş kartını Berkant’a uzattı. Bagajı da aşağıya yolladı. Berkant uçuş kartını aldıktan sonra pasaport kontrolüne doğru geçti. Masadaki bayan ise O’nun gitmesini izledi ve daha sonra önündeki müşteri ile ilgilenmeye başladı…

Uçağa yolcular alınma süresi bittiğinde Berkant, yanındaki yaşlı bir adamı yerinden ederek( cam kenarında kalp krizi riski yüksekmiş amcacım. Siz ortaya geçin diyerek) kaybolan yıldızları gözlemeye başladı. Birkaç saat içinde kendi vatanında olacaktı...



-------------------------------DEVAMI HAFTAYA PERŞEMBE----------------------------------------------------------------------------------------


HİKAYEMİZE KALDIĞIMIZ YERDEN DEVAM EDİYORUZ...


- Tagay Kapalıçarşı Ofisi-



Ertesi gün Adil Tagay her zamanki gibi Kapalıçarşıdaki ofisinde günün işlerine bakmaya başlamıştı. İri yarı adamlarından bir tanesi içeriye kapıyı çalarak girdi.

- “ Abi, Hücre Şemsi seni görmek istiyor “ dedi tereddütle.

- “ Al lan içeri. Taksilatı getirmiştir. “


İçeriye deri ceketli kirli sakallı bir adam girdi. Adil’ e hemen selam vererek oturdu. Elindeki büyük çantayı Adil’e doğru uzattı.

- “Abi, Beyazıt, Tophane, Şişli, Okmeydanı, Silivri, Eminönü ve Eyüp ‘teki dilencilerimizden topladığımız parayı takdim ediyorum. “

-“ Güzel. Umarım yüklü miktardır. Gerçekten dilenenler olursa, bizim mekanlarımızda ötmeye çalışırlarsa sık kafalarına. Sana vereceğim listede değişik takdikler ilel birlikte nereden adam toplayacağın da yazıyor. İyi çalış bu listeyi. “

- “ Emrin olur Abi. Hasılat iyi abi. Özellikle yaşlıları evsizleri seçiyoruz dilendirmek için. Onlar iyi kazanç sağlıyor. Koy Cami yanına , okunsun ezan iş tamamdır abi. “


Bir süre sonra Şemsi ofisten çıkarak, Kapalıçarsı’nın dolambaçlı yerlerinden geçerek kayboldu. Adil Tagay ise Şemsi’nin ardından birkaç dosyasını alarak ofisini terk etti. Kapıdan çıkarken yanındaki iki adama kendisiyle beraber gelmesi işaretini yaptı.

-“Şu Bayöz kuyumcusunu halledelim bir bakalım “ dedi sertçe


Adil, geçtiği her dükkandan neredeyse hepsinden selam alıyordu. En sonunda Bayöz Kuyumculuğa geldiler. İçeride tanımadıkları bir kişi duruyordu. Adil tek başına içeriye girerek, keskin bakışlı yeşil gözlü adamla konuşmaya başladı.


-“ Merhabalar. Nasıl yardımcı olabilirim “ dedi içerideki adam.


-“Siz burayı yeni devralan kişi misiniz? Bak kardeşim buranın bir takım borçları vardı. Ve halen ödenmedi. Bekliyoruz. Sizin aldığınız buranın eski sahibi ki şu andan itibaren benim sözümden çıkmış olduğu için ölü bir kişi, bize borcunu ödemedi. Ve yeni sahip olarak siz ödeyeceksiniz.” Dedi Adil tehditkar halde.

-“ Tabiî ki bu konu hakkında duyum aldım. Paranızı da hazırladım efendim. Siz hiç merak etmeyin. “

Masanın altından siyah büyük bir çanta çıkardı, Adil’ e takdim etti.

-“ Buyurun. Bunlar borçlarımız. Bundan sonra da her ay, size paranızı takdim edeceğim. Sizin ününüzü duyduk efendim. Geçen dükkan sahibi gibi değiliz biz “ dedi nezaketle dükkan sahibi.

-“ Şu hayatta üç şeye tahammül edemem. Birincisi yalakalık yapan birisine, ikincisi hainlik yapan birisine, üçüncüsü ise benden çalmaya çalışana. Bunları yapmazsan iyi geçiniriz. Fakat sen şu anda birincisini yaptın. Beni yeni tanımana veriyorum. Bunun için şimdilik bir şey demiyorum. Adın neydi bu arada senin? Dosyaya kayıt için gerekli.”

-“ Tuğrul efendim. Tuğrul Bilge “

-“ Ben de Adil Tagay. Kapalıçarşıdaki herhangi bir sorunla karşılaşırsan buyur kartım. Emlak ofisimde beklerim “

El sıkışmalardan sonra Adil dışarıya çıktı. Tuğrul Bey ise, O’nun gitmesini izledi. Cebinden telefonunu çıkardı.

- “ Nihayet yüz yüze konuşabildik kendisiyle. Görev başlıyor beyler “


Adil ve adamları Kapalıçarşıdaki müşterilere rahatsızlık vermeden yürümeye çalışıyorlardı. Birçok turist aralarından korku dolu gözlerle geçiyordu. Yolun en aşağısına inerek Kumaşçılar Çarşısı’nın içinden dışarıya çıktılar. Beyazıt’ın göz kamaştırıcı güzelliği her zaman Adil’i cezp etmişti. Beyazıt’ın en işlek caddesinden aşağıya doğru sapa bir yere geldi. Sami Otoparkın önünde adamlarıyla beraber durdu. Her zamanki gibi büroya kendi girdi. İçeri de zayıf bir adam korkulu gözlerle duruyordu.

- “ Efendim Merhabalar. Nasılsınız? “ dedi bürodaki

- “Bırak zevzekliği. Beyazıttasın. Devletin bir tane otoparkı var , bir de burası. En işlek yerdesin. Ulan sen bizim otoparkın gelirlerini nasıl düşürtürsün? Nasıl oluyor da bu kadar araba gidiyor devletinkine park ediyor?” dedi Adil çok sert şekilde. Adil masaya oturarak ahkâm kesiyordu ama bürodaki kişi halen ayakta bekliyordu.

-“ Efendim bizim yapabileceğimiz bir şey yok. Gençler okula arabayla geliyorlar ama hep devletin otoparkında iki üç saatliğine bırakıyorlar “

-“ Lan ben sana demedim mi, propaganda çıkar, gösteri çıkarttır. Eğer üç saatten fazla arabalarıyla dururlarsa bizi seçerler. Devlet faiz koyar biz koymayız. Dükkan sahiplerine de yüzde yirmi indirim sağla. Bundan sonraki ay da bu şekilde taksilat gelirse, Allah taksiratını affetsin o zaman . Hadi şimdilik görüşürüz “ dedi Adil. Dükkan sahibinin yüzü bembeyaz kesilmişti. Hemen kendine bir bardak su doldurdu ve sakinleştirici hapını aldı.


Adil otoparkın kirli zeminlerinden Beyazıtın sokaklarına çıktığında cep telefonu çaldı. Çok yoğun bir gün olduğu belliydi.

-“ Evet söyle Hazar. Ne oldu? Minibüslerde sorun mu var? Minibüs hattında mı problem çıktı oğlum söyle. “ dedi Adil hızlı hızlı.

- “ Abi niye sinirlendin? Sakin ol Abi. Adil Abi, bu metrobüs ve tramvay meselesi bizim Avcılar-Beyazıt, Beyazıt- Kabataş hattına kadar olan minibüs gelirlerimizi çok düşürdü. Eskiden Tramvaylar çok azdı, minibüsler doluyordu. Ama şimdi beş dakikada bir tramvay geliyor. Metrobüs de yapıldı, onun yapılması ile gelirlerimiz çok kan kaybetti. Ne yapmamı emredersin Adil Abi? Bu ay ki gelirimiz diğer aylara göre çok çok düşük. “ dedi Hazar.

-“ Hazar, Hazarcım bak küçük kardeşim. Biraz kafanı çalıştır oğlum. Her şeye ben koşamam ya evlat. Tramvaylarda hırsızlık davalarını daha da arttır. Daha fazla hırsız adamımızı koy tramvaylara. Aşırı derecede arttır. Böylece halkın gözünde tramvaylar bir soygun yeri olur. Tramvaya binme oranı gitgide azalır. Minibüslerde indirim uygula. Metrobüse de koy bir bomba. Ya da ters yönden gittikleri için bir kaza yapılmasını sağla. Bir metrobüs şöforünü satın al. Kaza yaptırt. Şiddetli yankılı bir kaza olsun. Ortalık karışsın. Bak bakalım halk daha biner mi Metrobüse. İki üç kaza art arda yaptır. Hadi kolay gele “ dedi Adil. Telefonu kapatarak cebine koydu. Cebine koyması ile çalması bir oldu.

-“ Alo ne var? Kimsiniz “ dedi Adil

-“Merhabalar. Ben Tuğrul Bilge. Efendim dükkanımdan haraç almaya geldiler. Lütfen yardım edin “ dedi Tuğrul.

Adil telefonu hışımla kapadı. Burnundan soluyordu.

- “ Ulan bizim mekanda kim bizden haraç alır. Kim canına susar? “



-----------------------------------------------------------------DEVAMI HAFTAYA PERŞEMBE--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
I
16 yıl
Dizi tadında hikaye
Ben kültür bölümüne yazdıkça, hikayelerimi yayınlayan briyim tanıdığınız gibi. Şimdi aklıma şöyle bir fikir geldi. Uzunca bir hikayem olucak. Şimdiden on sayfası hazır bile. Her hafta örnegın persembe günleri bir bölümünü yayınlamak istiyorum. Dizi tadında. Diger hafta diğer bölümü. Gerçekten heyecanlı bir şey olucak. Ama konuyu sabitlemezsek konu aşağıya düşebilir. O yüzden bu şekilde konuyu açtıgım an sabitleyecek mod arkadaşlarımızın cevaplarını bekliyorum. Gerçekten hoş bir şey olabilir.

saygılarımla
I
17 yıl
BORDO BERELİLER 3-ORMAN İÇİNDE
BORDO BERELİLER 3-ORMAN İÇİNDE


- Ormanın Doğu Tarafında -
Murat, elindeki tabancasını hızlıca çekti. Peşinden koşan geyiğe doğru ateş etmeye başladı. Attığı kurşunlar sağa sola gidiyor birkaç tanesi geyiğe isabet ediyordu. Geyiğin boynuzlarından da darbe almıştı. Bir şarjörü boşalttığında geyiği vurabilmişti. Geyik kanlar içinde yere serildi. Daha sonra keskin bıçağı ile geyiğin derisini yüzmeye başladı. Kendisine yetecek kadar ete sahip olmuştu. Birkaç çalı ile uğraşarak küçük kıvılcımlar halinde ateş çaktı. Bir süre sonra etlerini pişirecek düzeye ulaşmıştı. Yere uzanarak yemeğine koyuldu. Üç günde bu yemek ile idare edeceğini biliyordu…

-Ormanın Kuzey Tarafında-



Yavuz, gözüne kestirdiği irice siyah toprak rengi geyiği takibe koyuldu. Ateş edilebilir mesafede geyiğe sırtından yaklaştı. Eline aldığı bir taşla geyiğin sağ tarafında duran küçük kayalıklara doğru taşı fırlattı. Geyik kafasını birden sesin geldiği yere doğru çevirdi. Yavuz böylece geyiğin kafasını ve vücudunu profilden görmüş oldu. Belindeki tabancayı çıkararak geyiğin önce kafasına daha sonra da midesine ateş etti. Geyik kanlar içine yere serildi. Fakat soluk alıp vermesi devam ediyordu. Son kalan kurşununu geyiğin kalbine nişanladı ve tetiği çekti. Bağırışların yükselmesi ile geyik can verdi. Elindeki keskin bıçağı çıkararak geyiğin etlerini çıkarmaya başladı. Birkaç saniyede yaktığı ateş ile etlerini güzelce pişirdi. Uzanarak yemeğini yemeye koyuldu…




- Ormanın Batı Tarafında –

Hakan, gözlerini açtığında güneşin ışınlarını etkileyen ağaç dallarını görüyordu. Yanında bir tabanca ve de keskin bir bıçak vardı. Üzerinde ise asker üniforması duruyordu.

“ Üzerimi çıkarsam iyi olacak. Orman içinde yeşil görünümde olursak çakala, kurda da yem oluruz “ dedi nefes nefese. Derin derin nefes alıyordu. Üniformasını birkaç saniyede çıkardı. Şimdi üzerinde beyaz atleti ve altında şortu vardı. Ormanın esintisini üzerinde hissedebiliyordu. Uzandığı yerden kalkarak, silahını ve bıçağını aldı. Silahı beline doğru kaydırdı. Bıçağın sivriliğini test etmek için parmağının ucuyla bıçağın baş kısmına değdirdi. Parmağında hafif bir çizilme oldu ve kan birikintisi dışarıya doğru çıktı. Karnının açlığını yavaş yavaş fark etmeye başladı. Orman içinde biraz yürüyerek eti yenilebilecek bir hayvan bulmaya koyuldu. Bir süre sonra gür yeşillikler arasına girdi. Bu küçük yeşillikler arkasından hışırtılar geliyordu. Sanki birisi bir şey ararmış gibi. Hakan, gözlerini bu yeşilliklere dikti. Sıra sıra olan bu küçük çalılıklarda irice duman rengi bir geyiğin otlandığını gördü.

“ Uzak mesafe. Nerden baksam elli metre vardır. “ diye içinden geçirdi. Eline keskin bıçağını aldı. Çamurlanmış postallarını çıkardı. Ardından çoraplarını da çıkararak orman içine doğru fırlattı. Geyik etrafında olan bitenden habersizce yürümeye devam etti. Küçük bir su birikintisinin kıyısında, su içmeye başladı. Boynunu o kadar eğmişti ki su içmek için, neredeyse çatal boynuzları suyun içine girecekti. Su içmesini tamamladığında vücudunu silkeledi. Aynı yol üzerinde yalpalar adımlarla gitmeye başladı. Geyik, koca gövdeli bir ağacın dibinde bitmiş olan gür yemyeşil çalılığı görünce adımlarını kesti. Boynunu eğerek otlanmaya başladı. Tam o anda korkunç bir bağırma duyuldu. Geyiğin sırt kısmından kanlar delicesine akıyordu. Hakan, geyiğin tepesine binmişti. Keskin bıçağını geyiğin sırt kısmına saplamıştı. Geyik bağırtılar arasında yere serildi. Boynuzlarını sağa sola şuursuzca sallıyordu. Hakan, bıçağını geyiğin sırt bölgesinden çıkararak midesinin yukarısına sapladı. Geyiğin bağırması ile susması çok yakın saniyelerde oldu. Soluğu gittikçe derinleşti ve son buldu. Geyik, Hakan’ın varlığını fark etmeden can verdi.

“ Ölüm darbesi, sırttan bıçak sokma hareketsiz bırakma ve mideye son vuruş. Üç günlük yemeğim çıktı bile “ dedi zafer edası ile.

Geyiğin etlerini titizlikle ayıklayarak, çırpıları birbirine sürterek ufak bir ateş eşliğinde kendisine ziyafetini verdi. Geyiğin içtiği küçük su birikintisinden elleriyle pislikleri ayıklayarak su içerek, bu ihtiyacını da giderdi…

- 3 Gün Önce –

- Gelibolu Askeriyesi -


Binbaşı Selçuk, taburunun sıraya dizilişini izledikten sonra, askerlerinin önünde yürüyüş yapmaya başladı. Askerler tedirgin bir bekleyiş içerisindeydiler. Bu ani toplamanın nedeni bilinmemekteydi. Derin sessizliği sadece Binbaşı Selçuk’un ayak sesleri bozuyordu. Bir süre sonra boğazını temizleyerek bu sessizliği bozdu:

-“Askerlerim! Aranızdan birini seçeceğim. Ve ona bir görev vererek bazı testlerden geçireceğim. Aranızdan sadece ve sadece rast gele birisi seçilecektir. Bu yüzden seçilemeyen kişiler, seçilen kişinin niye seçildiğini tartışmayacaktır. İsmini ve ilini okuduğum kişi yanıma gelsin. “ dedi sert bir ses tonuyla


Askerlerin tedirginliği bir an olsun geçmişti fakat şimdi de kimin seçileceği merak konusu olmuştu.

-“Murat Yıldırım, Sivas. Derhal yanıma gelsin “

Kısa boylu, sıska bir er öne çıkarak seri adımlarla binbaşısının yanına geldi. Selamını durdu. Emir ve komutasını beklemeye durdu. Binbaşı Selçuk sesini sadece erinin duyabileceği kadar kıstı.

-“ Evlat, seni 3 gün boyunca ormana göndereceğiz. Suyunu, yemeğini kendin bulacaksın. Orman şartlarına kendi azminle dayanacaksın. Bunu bir eğitim olarak görmelisin. Sadece bir tabancan ve bir de keskin bıçağın olacak. Bu görevi almayı kabul ediyor musun? “ dedi Binbaşı.

-“ Emredersiniz komutanım. Her zaman hazırım. “ dedi er kararlı halde.

-“ Silahın içine koyacağın kurşun sayısında sınırlama yok. İstersen dolu şarjör gideceksin istersen daha az. “ dedi Binbaşı.

-“ Efendim, tüm şarjörü doldurmak istiyorum. Ormanda ne ile karşılaşacağım belli olmaz. “


- Dağ ve Komando Tugayı-


Albay Cemil, TSK’nin bu gurur verici askerlerini parlak gözleriyle selamlıyordu. Özenle seçilmiş ve eğitilmiş bu askerlerden birisini seçmek oldukça zor olacaktı. Otuz dağ komandosuna bakarak yüzlerindeki görev arzusunu sezebiliyordu. Kendisini rahatta dinlemelerini söyleyerek açıklamalarına başladı:

-“ Askerlerim! Aranızdan bir dağ komandosu seçeceğim. Ona özel bir görev vereceğim. Fakat aranızdan seçilmeyenler neden seçilmedik diye düşüncelere dalmasınlar. Çünkü bu bir eğitimdir. Ve eğitim sırası gelen bu eğitime gidecektir. İsmini ve ilini okuduğum kişi yanıma gelsin” dedi sevecen bir tavırla.

“ Yavuz Yağız, Adıyaman”
İsmi okunur okunmaz Albay’ının yanına hızlı adımlarla koştu. Selamını durdu. Emir komuta bekledi. Albay sesini alçaltarak;

“ Evlat, seni 3 gün boyunca ormana göndereceğiz. Suyunu, yemeğini kendin bulacaksın. Orman şartlarına kendi azminle dayanacaksın. Bunu bir eğitim olarak görmelisin. Sadece bir tabancan ve bir de keskin bıçağın olacak. Bu görevi almayı kabul ediyor musun? “ dedi Albay sevecenle.

- “ Emredersiniz komutanım. Her zaman hazırım. “ dedi komando kararlı halde.

-“ Silahın içine koyacağın kurşun sayısında sınırlama yok. İstersen dolu şarjör gideceksin istersen daha az. “ dedi Albay.

-“ Efendim, 3 tane kurşun doldurmak istiyorum. 3 günde her güne bir kurşun yeterli benim için.” Dedi komando kararlı olduğu sesinden belli oluyordu.



-Bordo Bereli Kampı-

Komutan Ali her zamanki asil duruşu, keskin yüz hatları ile askerlerini süzüyordu. Genç Bordo Bereli Askerleri, heyecanla aralarından kimin seçileceğini merak ediyordu. Komutan Ali, askerlerini süzmeyi bırakarak, derin bir nefes aldı. Konuşmasını tüm görkemi ile yapmaya başladı:

-“ Askerlerim! Şimdi aranızdan bir kişi seçeceğim. Ona gereken durumu açıklayacağım. Sizi burada seçmezsem, bu yaptığınız herhangi bir yanlıştan dolayı değildir. Şu anda benim yollayacağım yere en ihtiyaç duyacak kişiyi seçmeye özen göstereceğim. İsmini ve memleketini çağırdığım kişi yanıma gelsin. ‘ Hakan Parlak, Çanakkale’ “

Bordo berelilerin gözleri bir anda öne fırlayan uzunca, vücudunun yapılı olduğu giydiği üniformanın derisinden kalkmasından belli olan birisine çevrildi. Komutanının önüne gelerek selamını durdu. Emir ve görüşlerine her zaman hazır olacağını takdim etti. Komutan Ali, bu Bordo Bereli Askeri alarak diğer askerlerden uzaklaştırdı. Sorular sormaya başladı;

-“ Bir ormanda 3 gün kalacaksın. Su, yemek kendi imkânlarınla bulacaksın. Çetin orman şartlarına kendi azminle dayanacaksın. Sadece bir tabancan ve de bir de keskin bıçağın olacak. Bunu dayanıklılık testi olarak düşünebilirsin ama bir yandan da psikolojik test olarak da düşün. Bu şartları kabul ediyor musun? “ diyerek askerine yapacağı şeyleri anlattı. Asker;

-“ Emredersiniz komutanım! Her göreve ve eğitime hazırım.” Dedi asker tüm sesiyle.

-“ Silahın içine koyacağın kurşun sayısını kendin söyleyeceksin. İster bir şarjör olur isterse altı yedi. Herhangi bir kısıtlama olmayacak” dedi Ali Komutan. Asker tüm soğukkanlılığı ile;

-“ Efendim tek kurşun. 3 gün kalacağım zaman diliminde bana bu kadar kurşun yeterli olur. Ordumuzun kurşununu boşa harcamak istemiyorum.”


Üç günlük eğitimden sonra eğitimde olan üç asker ve bu askerleri eğitime veren komutanlar bir araya geldi. Binbaşı Selçuk, eğitime atadığı askeri Er Mustafa’ ya;

-“ Silahının kurşunlarını nerede harcadın? Tüm şarjörünü ( 14 kurşun) harcamışsın. “ diye sordu.

-“ Komutanım, yemek bulmak için bir geyik vurdum. Tüm kurşunlarımı orada harcadım. Aldığım bıçak ile de etlerini parçaladım “ dedi.

Albay Cemil, boğazını temizleyerek eğitime yolladığı Komanda Asker Yavuz’a;

-“ Silahında üç kurşun vardı. Üçünü de harcamışsın. Ne için harcadın “ diye sordu.

-“ Komutanım, bende asker arkadaşım gibi yemek bulmak için bir geyik avladım. Önce kafasına daha sonra midesine, sigorta atış olarak da kalbine sıktım. Böylece üç günlük yemeğim çıkmış oldu. Etlerini de bıçağımla parçaladım “ diye cevap verdi.

Son konuşma sırası Komutan Ali’ye gelmişti. Eğitime yolladığı Bordo Bereli Askeri Hakan’a;

-“ Silahında bir kurşun vardı. Halen bir kurşun var, harcamamışsın. Hiç ihtiyacın olmadı mı “ diye sordu Ali Komutan.

-“ Komutanım ihtiyacım olmadı. Verdiğiniz keskin bıçakla bir geyik avladım. Ölüm Darbesi kuralını uyguladım. Sessizce yaklaş, hızlıca sokul, tek darbede indir. “ diye cevap verdi.

Komutan Ali, merakını gizlemeyerek tekrar soru sordu;

- “ Peki evladım, kurşun kullanmadan avlayabileceğini bildiğin halde niye tek kurşun istedin? “ diye sordu.

Hakan, komutanının bu sorusuna, selam durarak yanıt verdi.

-“ Efendim, olur da bu testten geçemeyip yenik düşersem, tek kurşunu kendime saklamıştım. Komutanlarımın verdiği eğitimden başarısız olup, komutanlarımı hayal kırıklığına uğratacağıma, şereflice intihar ederim. “ dedi

İSMAİL ÖZTAŞ
I
17 yıl
Saygıdan SAYGIYA(4rm4n arkadaşım için)
Saygıdan SAYGIYA

Sessiz sokağın duruluğunu iç gıcıklayıcı çöp arabaları bozuyordu. Birkaç kişi çöp arabasını kaçırmamak için evlerindeki çöpleri hemen dışarıya çıkardılar. Çöp kutularının yanında üstü başı yırtık, ayakkabıları paçavra hale gelmiş, kendi halinde biri oturuyordu. Dikkat edilmezse belki de çöp diye arabanın içine atılabilirdi. Ev sakinlerinden bazıları kutuların içine çöplerini atmaya başardılar. En arkalarından, Zümrüt Apartmanı’ndan çıkmış olan elinde beyaz bir poşet bulunan bir kadın hızla koşuyordu. Çöp kutusunun yanındaki adam bu kadını seyre daldı. Poşetinin içine doğru bakmaya başladı. Kadın kutuların oraya geldiğinde, adam;

-“Yenge, eğer o elindeki poşet çöp ise alabilir miyim ? “ diye sordu.

-“Napacaksın bunu. Küflü ekmek var içinde bunun” dedi kadın hararetle.

-“Biliyorum yenge, sen yemeyeceksin sanıyorum. Çöpe atmayıp bana verir misin? Allah razı olsun yengecim.” dedi çöpün yanındaki adam. Kadın umursamaz bir tavırla elindeki yayvan poşeti adama verdi.

-“ Al bakalım. Zaten senin de çöpten bir fark yok!” dedi kadın kısık sesle sinsi bir gülüşle.

-“Sağ olasın yenge. Saygım sonsuz sana” dedi adam memnuniyetle.

Adam, elini poşetin içine sokarak ekmeklerden bir somun çıkardı. Etrafı yemyeşil olmuş olan ekmekleri büyük bir hevesle seyrediyordu. Geniş vücudunu oturduğu yerden kaldırdı…

Bir süre sonra yüksek katlı bir binanın çatı katına çıktı. Burası serin ve kuşların genellikle konup yemek aradığı bir çatı idi. Geniş olmasından dolayı kolayca hareket edilebiliyordu. Adam elindeki poşeti kenara koyarak, etrafta duran eski birkaç kartonu alarak birbiri arasına soktu. Elleriyle kartonların birleşme yerlerini bükerek, büyükçe bir dikdörtgen kutu elde etmişti. Eski püskü ayakkabısından bağcıklarını söktü. İki bağcığı ilmikleyerek uzunca bir ip elde etti. Kartonun uç kısmında ufak bir delik oluşturdu ve elde ettiği ipi bu delikten geçirdi.

-“ İşte kapanımız hazır” diye haykırdı kendince.

Küflü ekmekleri poşetten alarak titizlikle yere dizmeye başladı. Ekmeklerin üzerine çatının bir köşesine konmuş olan sudan birazcık serpiştirdi. Ekmekler böylece daha yumuşak hale gelmişti. Ekmekleri yerleştirdikten sonra kendi elleriyle hazırladığı kapanı yere hafif paralel şekilde koydu. Ufak bir odun parçasını, kapanın ağzı yere gelmesin diye destek olarak kullandı. İpin bir ucunu eline alarak kapandan birkaç adım uzaklaştı. Gözlerini havaya dikerek birkaç tane kuşun gelmesini beklemeye koyuldu. Çatı hem geniş hem de yüksek olduğundan bir süre sonra birkaç tane kuş hemencecik burayı mesken bildi. Kapanın önündeki ekmeklere doğru kanat çırptılar. Birkaç lokma aldıklardan sonra, adam ani bir hareketle ipi çekti ve kapan ekmeklerle ile birlikte kuşların üzerine kapandı.

-“ 5 ini de yakaladım. İşte budur!” dedi adam haykırarak. Yerinden ok gibi fırlayarak kapanın içindeki kuşlara göz gezdirdi…

Mısır Çarşısı’nın ihtişamı her zamanki gibi göz kırpıyordu insanlara. Binlerce insanın alışveriş yaptığı bu mekânda evcil hayvan pazarı çok büyük bir yer tutuyordu. Elinde büyükçe bir kutu ile dolaşan adam, hızlıca bir dükkânın içine daldı. Dükkânın içinde her tür çeşit kuşa yer vardı. Adam;

-“Ağabey bugün 5 tane kuş yakaladım. İkisi farklı renkte kanat yapısına sahip. 5 ine birden 150 kâğıt isterim.” Dedi adam kendinden emin halde. Kuşlar elindeki kutudan çıkmaya çalışıyordu. Dükkân sahibi;

-“ 5 tane iyi yakalamışsın bu sefer. Çiftleştirmek için kullanabilirim. Anlaştık” dedi.

Adamın elinden kutuyu alarak, çırağına kuşları kafeslere kapatmasını söyledi. Cebinden 150 ytl çıkararak adama verdi. Adam parasını hevesle alarak dükkândan çıktı.

Zümrüt Apartmanına, üstü başı tertemiz, kravatı sıkıca bağlanmış, saçları ensede, sakalı ise sıfır düzeyinde geniş vücutlu bir adam girdi. Tek tek daireleri dolaşıyordu. 12 numaralı daire açıldığında düz saçlı beyaz tenli bir kadın düzgün giyinimli bu adamı karşısında gördüğünde hemen hazır ola geçer gibi dik hizaya geldi.

-“ Merhabalar beyefendi, size nasıl yardımcı olabilirim” dedi kadın nezaketle.

Adam, kısık bir gülümseme ile;

-“ Merhabalar yenge! Hani sabah küflü ekmekleri verdiğin kişi var ya o benim. Daha fazla küflü ekmeğin var mı diye soracaktım da o yüzden geldim” dedi…


İSMAİL ÖZTAŞ



Çok zor bir savunma olduğu için biraz kafa karıştırıcı hikaye yazmaya çalıştım. Hem rakiplerini etkilersin hem de hakemleri etkilersin. Bu hikayeyi nasıl savunacağına gelince…

En baştan adamın hiçbir şeyi yoktu. Çöpten farkı yoktu. Üstü başı pislik içindeydi. Ama adam da kurnazdı. Çünkü kadının elindeki ekmekleri alabilmek için ona saygılı davrandı. Kadına saygıyı malı için gösterdi. Birincisi buradan savunacaksın. İkincisi ise, adam paralandıktan sonra kılığına kıyafetine dikkat etti, yüzüne düzen verdi. Ama huyları aynı idi. Aynı kişiliği taşıyordu fakat sadece kılığı değişmişti. Kadınla tekrar karşılaştığında kadın adama kıyafetinden malından dolayı saygı ve nezaket gösterdi. Ama adamın huyu değişmemişti. Huyu değişmedi ama kıyafetinden ve malından dolayı saygı gördü
I
17 yıl
KISKANÇLIK DUYGUSU (gothıc angel arkadaş için)
Umarım işine yarar bir hikaye yazmışımdır. Herkesin yazacağından biraz farklı olmasını istedim. Saygılarımla


KISKANÇLIK DUYGUSU


Ruh ve sinir hastalıklarının ürpertici koridorları, soğuk puslu duvarları hasta yakınlarını derinden tedirgin ediyordu. Hasta ziyaret salonunda her zamanki gibi gözetim ile beraber hastaları ziyaret eden birçok insan vardı. Her hasta burada halinden memnun gibi idi. Yalnızca bir hasta ziyarete gelen kişi ile hararetli bir tartışma içerisindeydi.

-“ Baksana yine millet hastalarına hediye getirmiş. Sen niye bana getirmiyorsun” dedi hasta, ziyaretine gelen kadına.

-“ Açık dükkan bulamadım. O yüzden getirmedim “ dedi ziyaretçi kadın.

-“ Millet nasıl bulmuş. Ah şu giysiye bak. Ne kadar da çok yakışır bana. Herkes şanslı, bir ben şanssızım. Sadece kendini getirmişsin. Şu güneş gözlüğüne bak! Onu takıp koğuştakilere hava atabilirdim. “ dedi hasta iç geçirerek.

-“ İyi gördüm seni. Yakında inşallah taburcu olursun. “

-“ Ben seni daha iyi gördüm. Benden daha iyisin. Benim daha iyi olmam gerekirken sen iyisin. “ dedi hasta ellerini kafasına vurarak.

-“Buradan çıktıktan sonra arkadaşlar ile buluşacağım. Biraz vakit geçireceğim. Haber vermek istedim” dedi ziyaretçi kadın.

-“ Hayır sakın kimselerle gezme. Sarkarlar göz koyarlar sana. Sakın gitme. Eğer gidersen buradan çıkar bulurum seni. “ dedi adam şimdi ellerini kafasına daha çok vuruyordu.

-“ Ne oldu? Kıskandın mı” dedi ziyaretçi kadın. “Görüşürüz “ diyerek yerinden kalktı. Hasta yerinden ok gibi fırlayarak kadına doğru koştu. Kollarından tutmaya çalıştı. Etraftaki hastalar ve ziyaretçileri adamı izliyorlardı. Adam havayı tutmayı çalışıyordu. Havaya doğru sesleniyordu;

-“ Seni gökteki yıldızdan, dağdaki çiçeğe kadar her şeyden kıskanıyorum. Aa, ne güzel bir eldiven. Keşke benim olsaydı. Gitmeyeceksin arkadaşlarına sarkarlar sana orada. Aa saçların dümdüz ne güzel. Benim de öyle saçlarım olmalıydı…” adam havaya ve etrafındaki insanlara doğru bu şekilde nutuklar veriyordu. Hemen gözetmenler hastayı yaka paça yakaladılar. Gözetmenlerden biri;

-“ Başta uslu uslu duracak sanmıştım. Ama sonradan baktım ki masasında kendi kendine, sanki yanında bir kadın varmış gibi konuşuyor. Daha sonrada bu hale geldi zaten “ dedi gözetmen içini geçirerek. Hastaya gömleğini geçirerek ziyaret odasından çıkardılar…


- 2 Sene Önce-

“Doktor Bey, bu yeni gelen hastanın durumu ne imiş?” diye sordu hastabakıcılardan biri merakla.

-“ Gerçekten çok ilginç bir hastalığı var. Kıskançlık duygusunu, bir duygudan öte bir arkadaş olarak benimsemiş. Duyguları canlanıp o kadar gerçekçi olmuşlar ki kimi zaman onu tetikleyici oluyor, kimi zaman da farklı kişiler halinde karşısına çıkıyor. Bu duyguyu bastıramıyor, kontrol edemiyor. Geçmişinde, bilinçaltısına işlemiş bir çok olay var sanıyorum. Gördüğü her şeyi kıskanıyor, ya da tabir doğru ise kıskançlık duygusu ona “kıskan” diye tetikleme veriyor. Bu duyguyu öldürdüğünde buradan sapasağlam çıkar. Ama hangi insan arkadaşını öldürebilir ki? Onun arkadaşı da “kıskançlık “olmuş…


İSMAİL ÖZTAŞ
I
17 yıl
KURTULUŞUMUZ: ÇOCUK
KURTULUŞUMUZ: ÇOCUK

—Bebeği getirdik efendim.”

—Umarım bu bebek kurtuluşumuz olacak”




Bebek, dört tarafı duvarlarla kaplı, sanki bir hücreyi andıran bir odaya kapatıldı. Ağlıyordu. Belki de diğer günlerini varlığından habersizce ağlayarak geçirecekti.


- 10 YIL SONRA –


“ Ne demek, yemek, su “ 10 Yaşındaki çocuk odasında devamlı bunu tekrarlıyordu. Başka bir şeyler söylemek istiyor, haykırmak istiyor ama iç güdüsü onu engelliyordu. Her gün gördüğü bu odada, ilk kez kapının açık olduğunu gördü. Zihninin verdiği sürükleme ile kapıdan dışarıya yol tuttu. Bir kaplumbağa gibi yavaş, sendeleyerek yürüyordu. Dışarıya çıktığında etraf insanlarla etrafta koşuşturduğu bir sokak gördü. Güneşin etrafı kavurması ile insanlar suları başlarında aşağı boca ediyorlardı. Çocuk, gözünü güneşe doğru çevirdi. İlk kez böyle bir şey görüyordu. Gözlerini kısarak onun güzelliğine seyre dalmıştı. Yolun ortasında çocuk, akan sularda bekleyen bir taş gibi duruyordu. Diğer insanlar yanından akıp gidiyordu ama çocuk güneşe bakmakla meşguldü. Tam o sırada omzuna bir el kondu.

-“Gel evlat. Artık bizle olmanın vakti geldi. Senin sahibin biziz.”

Çocuk söylenenleri anlayamasa da bilinçsiz olarak yanına gelen iki kişiyle beraber gitti.

Bahçesine bakıldığında dar sayılabilecek, güllerin ağırlıkta olduğu, kuşların cıvıltısıyla kucaklaştığı bir resim gibi manzara vardı etrafta. Eve geniş denilebilirdi. Büyük kapılı bir girişi vardı. Basamaklardan çıkıp eve girdiler. Kadın olan, kapıyı sıkıca kilitledi ve etrafı gözleriyle süzdü. Kadın; tıknazca, orta yaşlarda bilgili görünümde biriydi. Erkek olan ise gözlükleri şişe camı dengindeydi. Uzun boylu, yürüdüğünde kadın ona çukurdan bakıyordu sanki. Evin içerisinde odalar sıralı halde uzuyordu. İki kişi, çocuğu bir odaya sürükledi ve koltuğa oturttular. Nedeni bilinmeyen bir arzu içerisinde çocuk bu zamana kadar nasıl geldiğini, kim olduğunu bilmek istiyordu. Kadın odadan dışarı çıkarak uzun koridora doğru yürüdü. Erkek olan kişi ile çocuk odada kaldılar. Odanın duvarları beyaz sıvanın üzerine çizilmiş şekillerle kaplıydı. Çocuk bu şekilleri hayranlıkla izliyordu. Adam konuşmaya başladı.

“ Yemekten sonra sana okuma ve yazmayı öğreteceğim.”

Kadın içeriden bir tepsi getirmişti. Tabağın içinde çorba, etli bir yemek bir de makarna vardı. Bardağın içinde ise su duruyordu. Çocuk iç güdüsel olarak hemen yemeğe oturdu. Karnı acıkmıştı. Çocuk, yemekleri yerken adam ve kadın arasında konuşma geçti.

- “ 10 yaşındaki bir çocuk okuma-yazmayı kaç günde öğrenebilir” dedi kadın

-“ 2 günde okumayı yazmayı öğreteceğim. ” dedi adam usulca.

Çocuk yemeğini bitirir bitirmez vakit kaybetmeden, adam elinde bir yığın kitapla odaya geldi. Kadın ise tabakları içeri götürmekle meşguldü. Adam, çocuğun önüne iki kitap yöneltti. Ve okumayı-yazmayı öğretmeye başladı…

2 gün sonra çocuk neredeyse iyi bir okur-yazar hale gelmişti. Söylenenleri çok çabuk kavrıyordu. 48 saat aralıksız ders dinlemişti. Ve her şeyi çabucak anlamıştı. Adam bitkin düşmüştü. Ama çocuğun bu şekilde iyi öğrendiğini görünce yorgunluğunu unutuveriyordu. Kadın içerden elinde bir yığın kitap getirdi.

“ Burada 20 kitap var. Bunları bir haftada okuyacaksın. Yemeğin, suyun hepsi mutfakta hazır. Biz bir hafta sonra tekrar geleceğiz. “ dedi kadın.


Çocuk söylenenleri içgüdüsel olarak yapmak için harekete geçmişti. Hiçbir karşılık veremedi. Hemen kitapları okumaya başladı.

- 1 hafta sonra –

Ev sahiplerinden bir haftadır ses seda yoktu. Çocuk verilen tüm kitapları okumayı becermişti. Sulanmayı bekleyen bir bitki misali ev sahiplerini bekliyordu. O sırada kapının gıcırtısı çocuğun kulağına kadar gelmişti. Bir tak sesiyle kapıyı kapatmışlardı ve üzerine kilit vurmuşlardı. Adam çocuğun yanına yaklaşır. Çocuk, bitirdiği kitapları bir kule halinde odanın ortasına yığmıştır. Adam “ Hepsini okudun mu çocuk” diye sorar. Çocuk;
- “ Evet okudum. İlk kez duyduğum birçok bilmediğim şey öğrendim. Bilgilerimi rahatlıkla kafama soktum. Hepsinden de okurken zevk aldım.“

Kadın içeriye mutfağa doğru giderek, çocuğun yediği yemeklerin bulaşıklarını yıkamaya koyuldu. Bir yandan da fırına yeni yemekler vermişti. Adam ise üst kattan poşetlerce kitap getirmişti. Çocuğun önüne sallayarak poşeti tüm kitapları yığmıştı. Kitapların hepsi kalın kalın, ciltli kitaplardı. Adam;
“ Burada da 30 kitap var. Bu seferki sınırlı gün sayın 2. İki gün sonra geldiğimizde bunları bitirmiş olacaksın.”

Çocuk karşı gelemeden yine söylenenleri yapmaya koyuldu. Adam ve kadın ise evdeki ufak tefek işleri hallederek çıktılar. Kapıyı çocuğun arkasından kilitlediler…

- 2 gün sonra -
Çocuk, son kitabın da kapağını kapatır. O kitabı da bitirdiği kule şeklinde kitapların üstüne koyar. Duvarlarda beyaz sıvanın üzerine çizilmiş olan şekiller artık çocuğa çok mantıklı gelmektedir. Duvarların yanına yaklaşarak parmağını sürükleyerek şekli inceliyordu. Bir-İki saniyelik düşünmeden sonra konuşmaya başlar.
“ Bu bir silindir= Hacim, yarıçapın karesi çarpı pi sayısı çarpı yükseklik Alan ise iki çarpı pi sayısı çarpı yükseklik çarpı yarıçap. Şu yan duvardaki şekil daire, alanı pi sayısı çarpı yarıçapın karesi, çevresi ise iki çarpı pi sayısı çarpı yarıçap. Şuradaki de prizma alan... ”

Çocuk kendi kendine bu şekilde duvarlardaki şekilleri yorumlarken kapının kulak tırmalayıcı gıcırtısı odayı sarmıştı. Adam ve kadın eve geri dönmüşlerdi. Çocuğun bu yorumlarını görünce yüzlerinde büyük bir mutluluk ifadesi oluşmaya başlamıştı. “ Harika “ der ikisi de bir ağızdan. Çocuk “ Harika, üç sesli, üç sessiz harften meydana geliyor. Üç sesli harf olduğu için üç heceli. Kelime yapısını incelediğimizde basit kalıpta oluşturulmuş” dedi çocuk. Adam ve kadın çocuğu gayet iyi yetiştirdiklerini düşünmeye başlamışlardı. Adam vakit kaybetmeden konuşmasına geçti;

- “ Bu gün yapacağın şeyler bizlen birlikte çocuk. Ama yanında ancak bir saat kalabileceğiz. Sana, geçmiş yıllarda atılan insanlık için faydalı 20 teori anlatacağız. Bir saat senin yanında kaldıktan sonra sana, milattan önce 500 yılından günümüze dek ortaya konmuş büyük, küçük tüm teorilerin incelenmiş halini vereceğiz. Sen de bunları 1 haftalık sürede inceleyerek kafana sokmaya başlayacaksın.” Diyerek açıkladı adam.

Bir saatlik dilimden sonra, çocuk teoriler hakkında adam ve kadın tarafından temel bilgiler edindikten sonra, ellerindeki kâğıtlara yazılmış teorileri çocuğun önüne verdiler. Bir haftada M.Ö 500 ‘ den günümüze kadar tüm teorileri incelemeye koyulmuştu.

- 1 Hafta Sonra –

“ M.S 1900’lere kuantum teorisi, z fonksiyonu, Büyük teorem damgalarını vurmuşlardır…” Çocuk bütün teorileri açıklamalarıyla birlikte incelemişti. Başı ağrıyordu ama zayıf düşmüyordu. Evin kapısı hiç bu kadar hızla açılmamıştı. Adam ve kadın heyecanla içeriye girdiler. “ Bütün teorileri inceledin mi çocuk? “dedi adam. Çocuk evet anlamında başını aşağı yukarıya doğru hareket ettirdi. Adam ve kadın sanki bir daha mutsuz olmayacak şekilde bir sevinç içerisindeydiler. Adam;

- “ Seninle gurur duyuyoruz evlat. Teorileri bu kadar kısa sürede incelemen mükemmel bir olay. Ama her şey bitmiş değil. Gerçek kısım şimdi başlıyor. Seni zorlu bir çalışma bekliyor evlat. Sana getirdiğimiz soruları yapacaksın ve biz bu konuda sana çok güveniyoruz, başaracaksın. Beş yıl burada sana vereceğim sorularla uğraşacaksın. Yemeğini, diğer ihtiyaçlarını biz aralıklarla gelerek karşılayacağız. Seni rahatsız etmeyeceğiz. Odanı kilitleyeceğiz. Yemeğini alttaki delikten alacaksın, tuvalet ihtiyacını ise odada bulunan tuvaletten yapabilirsin. Şimdi elimdeki soruları sana veriyorum ve derhal başlaman lazım “

Çocuk bu açıklamayı dinledikten sonra adamın elinden soruları alır. Şöyle bir karıştırır. Ve yüz yirmi tane soru mevcuttur. İlk sorunun üzerinde konu başlığı olarak şu yazmaktadır

“ Cevabı Bulunamamış Problemler”

Çocuk ilk soruya bakar, soru şudur:

“Riemann’ın ortaya koyduğu soru: Hem asal hem de palindromik olan sonsuz tane asal sayı bulunabilir mi?”
- 5 Yıl Sonra -

Beş yıl, çocuk sorularla cebelleşmiştir. Gittikçe yaşının verdiği büyüme ile kendine birtakım sorular sormak istemesine rağmen soramıyordu. Gece-Gündüz hem kendi iç çelişkileriyle hem de verilen sorularla boğuşarak geçmektedir. Odanın duvarları ve yerleri çocuğun yazdığı sayılar ve şekillerle karman çorman olmuştu. Çocuk artık 15 yaşına gelmişti. Adam ve kadının bıraktığı soruların hepsine tek tek yanıtlar vermişti. Kapının açılma sesi ile oturduğu koltukta dikleşti. Adam ve kadın içeriye girmişti. Adamın 5 sene önceki boyu şimdi de aynıydı fakat kamburu çıkmıştı. Saçlarına aklar seyrek seyrek düşmüştü. Kadın ise biraz kilo almış, yaşının getirdiği zorluklar ile yüzünde kırışıklıklar oluşmuştu. Ama eski dinçliklerini ikisi de koruyordu. Çocuğun solgun bakışları gittikçe artmıştı. Elinde cevapladığı soruları adama yöneltti. Adam cevapları aldı, tek tek incelemeye başladı. “ Hepsine cevap vermişsin, KURTULDUK! “ dedi adam heyecanla. Kadın evde çocukla kaldı. Adam ise elindeki cevaplar ile hızlıca evden çıktı.

- Yer: Dünya Teori Araştırma ve Geliştirme Merkezi –

Adam elindeki cevaplarla hızlıca merkezin soğuk taş merdivenlerinden içeri girdi. Üst kata çıkarak elindeki cevapları büyük bir zarfa koydu. Ve müdürün odasına giderek zarfı oraya bıraktı. Yönetim kurulunun incelenmesi sonrasında sonuçlar verilecekti.

Haftalar son cevapları getiren adam, cevapları bıraktığı yer tarafından çağırılır. Heyecanlanmıştır ama sonuçlardan emindir. Çocuk soruları yanıtlamıştır. Ağzı kulaklarında müdürün odasına girer. Müdür:

“ Bize vermiş olduğunuz ve yönetim kurulu tarafından incelenen cevaplar yetersiz ve ilginç bulunmamıştır. İspat yollarında mantık hataları var. Bu yüzden cevaplar yeterli değil. “ dedi.

Adam şaşkınlık ve üzüntünün bir araya karıştığı bir halde odadan çıkar. Üzgün bir halde çocuğun kaldığı eve gelir. Çocuk eski getirilen kitapları gözden geçiriyordur. Kadın ise mutfakta yemek yapmakla meşguldü. Adam, çocuğu es geçerek kadına olanları anlattı. Kadın “ Daha çok genç belki o yüzden düzgün cevaplar verememiş olabilir “ dedi. Adam, kadının haklı olabileceğini düşündü. Bu yüzden çocuğa daha fazla teorilerle ilgili geniş kitaplar getirdi. Yaklaşık 100–200 civarı kitaptı. Çocuğun odası bir kütüphane olmuştu sanki. Adam;

“ Evlat yaşın çok genç belki ama sen becerebilirsin bu işi. Senden 5 sene içinde yeni cevaplar bekliyoruz. Bu yeni kitapları da okuyacaksın. Daha çok bilgi, daha çok cevap demektir. Diğer tüm cevapları unut. Her zamanki gibi ihtiyaçların karşılanacak. “ dedi ve soruları tekrar çocuğa verdi.

Çocuk odada yine yalnızlık ile baş başa kalmıştı. Kitaplarla yine baş başaydı. Bu yüzlerce kitabı okuyup, sorulara yeni yanıtlar bulacaktı. İçgüdüyle yine kitapları okumaya koyulmuştu…

- 5 Sene Sonra –

Çocuk artık yirmi yaşına gelmiştir. Verilen yüzlerce kitabı okuyup, sorulara yine teker teker cevaplar vermiştir. Ama onun asıl sorunu kendine soramadığı sorudur. Bir şeyler kendisine sormak istiyordur fakat sormayı beceremiyordur. Adam eve tekrar girdi ve odanın kilidini açarak çocuğun elinde tuttuğu cevapları aldı. Bu sefer kesin doğru şeyler yaptığına inanıyordu. Zaman kaybetmeden cevapları merkeze götürmeye koyuldu. Odadan çıkacağı sırada çocuk zor da olsa bir soru sordu : “ Kendime bir soru sormalı mıyım? “ dedi. Adam “ Hayır, sen sadece cevaplayacaksın” .
Günler rüzgâr gibi sert ve hızlan geçiyordu. Adam ve kadın merakla sonuçları bekliyorlardı. Yaşlanmışlardı. Dirençleri gittikçe azalmıştı. Yorgundular; koşuşturmalar, bilgilendirmeler onları yormuştu. Sonuçların açıklanacağı gün gelip çatmıştı. Merkeze gittiklerinde geçen senelerdeki sonuçla karşılaşmayacaklarını umdular. Ama kötü haber çabuk geldi. Merkez sonuçların yetersiz olduğunu, diğer sonuçlardan neredeyse hiçbir farkın olmadığını bildirdiler. Adam “ Ellerimizden gelen her şeyi yaptık. Her şeyi öğrettik. Nasıl oldu da beceremedik? Başkanla görüşüp kurumumuzun kapatılmasını söyleyeceğim. Kurumumuzu kapatmadan önce ise kamuoyuna ve çocuğa her şeyi anlatmamız gerekecek.” Dedi ve iç çekti. İkisi de bitkindi ve kol kola girerek yolda yürüdüler…

- 5 Gün Sonra –

Tüm televizyon kanalları ve halk büyük meydanda toplanmıştı. Herkes birbirine meraklı gözlerle bakıyor, ne konuşulacağı merakla bekleniyordu. Kürsü arkasında kalabalık bir grup vardı. Yanlarında ise kendilerine ait araçları bulunuyordu. Araçların üzerinde “ D.Y.K ‘ya aittir” yazısı bulunmaktaydı. Mikrofonlar kontrol edildi ve o grubun içinden biri “ D.Y.K Başkanı’nı buraya davet ediyorum “ anonsu yaptı. Meraklı kalabalık giderek daha da meraklanmıştı. Bu kalabalığın en önünde 3 kişi oturuyordu. Birisi evin sahipleri olan adam ve kadın, ortalarında ise çocuk bulunmaktaydı.

İri, şişmanca gözlüklü, etrafı süzen gözlerle kürsüye geldi. Tedirgin bir hali vardı. Boğazını temizledi ve mikrofona doğru eğilerek konuşmasına başladı.

“ Şu anda ülkemizin kurtuluşu için olan bu projede başarısız bulunmaktayız. Elimizden gelen her türlü şeyi yaptığımıza inanıyoruz. Fakat sonuç ülkemiz için iyi olmadı. Şimdi size bu büyük projeye anlatacağım.

Geçmiş otuz seneden beri ülkemizde tek dâhi yetişmedi. Bilirsiniz ki bir ülkede dâhi yetiştirilmesi çağdaşlaşmanın ve ülkenin daha ileriye gitmesi için gereken önemli unsurdur. Dâhi, ülkeyi ülke yapan en önemli unsurdu. Dâhi yetiştiremeyen ülke üçüncü sınıf muamelesi görür. Diğer ülkeler birçok dâhi yetiştirerek kendilerine güç kattılar. Gerilemekte olan ülkemizin bu ters talihini kırmak için planlar düşündük. Ülkemizin son iki dâhiliğe en çok yaklaşmış olan iki arkadaşımız Bayan Cattie ve Bay Robins ile kafa kafaya vererek “ Dâhi Yetiştirme Kurumu” ’ nu kurduk. Amacımız ise normal bir çocuktan dâhi yetiştirmek ve ülkeye kazandırmaktı. Esirgeme kurumundan bir çocuk aldık. Onu bebekliğin itibaren bir odaya koyduk. On sene boyunca bu odada yemek ve su verilerek yaşadı. Kafasını gereksizce şeylerden uzak tuttuk. On sene boyunca hiçbir şey öğretmedik sadece belli başlı kelimeleri öğrenmişti. O tertemiz beyni, saçma sapan olaylardan uzak tutarak, sadece bilime odaklamaya çalıştık. On yaşında kafası tertemiz sadece bilime odaklanmış, bilgiye aç bir çocuğun hızla okuma yazma öğreneceğini, bilgileri rahatlıkla kavrayabileceğini tahmin ediyorduk. Nitekim böyle de olmuştu. Hızla kavradı, kolayca pekiştirdi ve rahatlıkla öğrendi. Onu bilgiye odakladık. Kafasını hep bilgiyle doldurarak, kendinin ne olduğu, ne için çalıştığı hakkında soruları kendine soramadı. Zihnini hiçbir an boş bırakmadık. Onu bir makine-insan yaptık. Einstein gibi kafasının yüzde on beşini kullanmasını sağlayacaktık. Çocuğu on yaşına kadar dört tarafı duvarla kaplı bir odada büyütmemizin amacı ise gelecek on sene için ortam hazırlamaktı. İçgüdüsel olarak çocuk dört tarafı duvarla kaplı odayı hiç yadırgamadı. Gençlik yıllarında bu yüzden dışarıya çıkmak istemedi. Onunla yakından olarak Bayan Cattie ve Bay Robins ilgilendi. Çocuğa karşı inanılmaz derecede titiz davranmışlardı ve çocuğun kafasına bilgileri bilgisayar misali yüklemeye başladılar. Sayısız kitaplar okutuldu, her şey hakkında bilgiler verildi. Tüm dünyada insanlık için faydalı teoriler en ince ayrıntısına kadar gösterildi. Dâhilik mertebesine ulaşılması için bir tez, bir teorem atılması gerekmektedir. Bu yüzden çocuğa çözülemeyen soruları gösterdik. Bunları mantıklı şekilde ispatlayarak çözmesini istedik. Çocuk, soruları cevaplandırmasına rağmen Dünya Teori Araştırma ve Geliştirme Merkezi yönetim kurulu tarafından yanıtlar yeterli derecede bulunmadı. İspat yöntemlerinin mantıksızca olduğunu bildirdiler. İki kez bu merkez tarafından reddedildik. Projemizin halen başarısızlığa uğradığına inanamıyorum. Bu yüzden Dâhi Yetiştirme Kurumunu kapamış bulunuyoruz.”

Başkan konuşmasını bitirerek, kürsüden inmişti. Halk hayretle dinlediği başkanı, kürsüden indiğinde hüzünlü bir sesle uğurladı. Çocuk artık her şeyin farkına varmıştı. İlk kez varlığı hakkında bilgiye sahip olmuştu…

Çocuk, o günden sonra içgüdüsel olarak hep kapalı, dört tarafı duvarla kaplı bir odada yaşamını sürdürdü. Ömrünün sonuna kadar o odada yaşadı ve kitap okudu…

Çocuğu o odaya kapatmakla hayal gücünü de kapatmış oldular. Çocuk, büyüme çağını hep kapalı odada geçirdiği için, dışarıyı, doğayı, olayları göremediği için hayal kuramadı. Bu ülke, dâhinin en büyük özelliği olan yaratıcılığı yok etmişlerdi. İşte başarısızlığın en büyük nedeni buydu…


İSMAİL ÖZTAŞ
I
17 yıl
KARANLIKTAN AYDINLIĞA
KARANLIKTAN AYDINLIĞA

-“Allah’ım yeter artık çıkayım bu karanlıktan. Sana isyan etmiyorum ama artık ben de aydınlık günleri görmek, aydınlık dünyada yaşamak istiyorum.”

Ali, doğuştan görme özürlü biriydi. Evet, hiç görememişti dünyanın nimetlerini. Çiçeklerin açısını, baharın gelişini, kuşların havada süzülmesini görememişti. İnsanların nasıl bir varlık olduğunu sadece dinleyerek anlamaya çalışıyordu. Sadece ses duymak artık canına tak etmişti. Yaşam tiyatrosunu artık sadece sesli değil, gözle de görmek istiyordu. Henüz 25 yaşındaydı. Yaşı erkendi ama kaybettiği vakit çoktu. Koca 25 yılı karanlık dünyada geçirmek, her gün yemeklerini başkası yardımı ile yemek içini parçalıyordu. Artık bundan kurtulmanın vakti geldi diye düşündü…

Doktorlara danışıldıktan sonra ameliyatla gözlerinin açılabileceğini öğrenmişti. Bunu yıllar önce de yaptırabilirdi fakat masrafları karşılayabilecek güce şimdi gelmişti ailesi. Artık o da görecekti. Yanında bir el olmadan, kendi işini kendi yapacaktı.


( Ali’nin Kalbinden geçenler)

Evet, göreceğim artık. Kendi işimi kendim yapacağım. Huzurlu dolaşacağım etrafta. Ama bir yandan da korkuyorum. Çünkü her şeye sıfırdan başlayacaktım. İnsanların nasıl bir şey olduğunu, yemeklerin nasıl bir şey olduğunu, yürümenin, gezmenin nasıl bir şey olduğunu artık bir kat daha fazla anlayacaktım. Hayatın zorlu yolculuğunda artık sabır etmeyecek dua edecektim. Gözlerimle birlikte kalbimin gözü de daha iyi çalışacak, belki de evleneceğim bir bayan bulacakığım…


Ameliyat başarılı geçmişti. Bir hafta sonra tamamen gözlerini açabilecek ve artık yeni bir hayata başlayacaktı. Onun için karanlık çağ bitecekti. Aydınlık çağa girecekti.

—1 hafta sonra-

Sonunda açılmıştı gözleri. Doktorlar bandajları çıkardığı an Ali’nin ilk işi kendi yüzünü süzmek, etrafındaki insanları incelemek olmuştu. İnsanlar demek böyle bir şeydi. Aynalara içgüdüyle gitmişti. Kendine sürekli bakmak istiyordu. Nasıl bir varlık olduğunu daha iyi anlamıştı artık.

1 aylık kısa bir eğitimden sonra Ali ailesi tarafından bilgilendirilmişti. Nesneleri tanıttılar, canlıları tanıttılar, şehirleri tanıttılar… Sokağa bir kere çıkmamıştı daha. Çünkü kendini hazır hissetmek istiyordu. Her yön hakkında bilgilendiğini düşündüğü zaman dışarıya çıkacaktı. Etrafı gezecekti. Martılara yem atacak, keyifle kitap okuyabilecekti. Artık görme duyusuna alışmaya başlayacaktı

Sokağa çıkma vakti gelmişti. Evet, bilgilendiğini her şey hakkında donanım aldığını anlayabiliyordu artık. Tek başına gerçekleştirecekti bu gezmeyi.25 senede ilk kez tek başına değneksiz dolaşabilecekti arzuyla. Evinin merdivenlerinden sakince indi. Sokağa ilk adımını atmıştı. Uzun kaldırımlarda yürümeye başladı. Her attığı adımla birlikte etrafını seyrediyordu. Binaları bile ilk kez görmüştü. Binalar arasında uzanan bir kule gördü. İlk katından son katına doğru başını kaldırarak baktı. Yanına bir çocuk yanaştı. “Ağabey, paran yere düşmüş” dedi. Çocuğun elinde bir ellilik vardı. Ali, sevinçli ve insani bir edayla çocuğun başını okşadı. Cebinden cüzdanını çıkardı. Acaba benim param mı diye cüzdanını kontrole başladı. Çocuk, Ali’nin kontrolü sırasında cüzdanı bir çırpıda aldı kaçtı. Ali neye uğradığını şaşırdı, peşinden de koşamadı. Paraları gitmişti. Olur, böyle şeyler diyerek kaldırımlarda yürümeye devam etti. O, görmenin tadını hiçbir şeyin bozmamasını istiyordu. Sahile gelmişti. Sahildeki bir banka oturdu, ayaklarını denize doğru uzattı. İşte keyif buydu. Martıları seyrediyordu. Dalmıştı sanki denizin mavi gözüne. O sırada yan yoldan iki adam yanaştı. Ali’nin olduğu banka geldiler. Etraf sessiz ve sakindi. Ali’yi alıp evire çevire dövdüler. Ceplerini boşalttılar. Telefonunu çaldılar. Ali daha ne olduğunu fark edemeden olay olmuştu. Her yeri sızlıyordu. Parasını ve telefonunu çaldırmıştı. Belki de eve dönsem iyi olacak diye düşündü. Gerisin geriye evine doğru yöneldi.




Evine geldiğinde, önce üstünü başını değiştirdi. Üzerine yeni şeyler giydi. Bitkin görünüyordu. Uykusu vardı ama hemen yatmayacaktı. Biraz televizyonda takılmak istiyordu. Haberler başlamıştı. İzlemeye koyuldu.


“ 15 aylık bebeğe tecavüz edildi. Akıllara durgunluk verecek bu vahşet, insanların artık ne kadar sapık hale geldiğini gösteriyor. “

“ Çöp tenekesinde kız cesedi. Bir kız çöp tenekesinde yakılarak öldürülmüş vaziyette bulundu.”

“ 35 yaşındaki işsiz adam, kendini Boğazdan atarak intihar etti”

“ Danimarkalılar durmuyor. Hz. Muhammed’i kötüleyen karikatür yarışması düzenlediler”

“ Fransa, ermeni yasa tasarısını kabul etti.”

“ İstiklal Marşı’nda yetkililer ayağa kalkmadı”

“ PKK, yine haince tuzak kurdu.”

“ Türk Aydını(!) “ Türkler Ermenileri kesti” dedi “

“Yunanlılar, tüm geleneklerimizi kendilerininmiş gibi göstermeye devam ediyor”

Ali daha fazla dayanamadı televizyonu kapadı. Ağlıyordu. İçi parçalanmıştı. Gitti annesine ve babasına bir kez baktı. Kendine bir kez aynadan baktı. Aydınlık yaşam beklediği gibi gelmemişti. Eline kesici bir alet aldı ve gözlerine değdirdi…


Eski karanlık dünyasına dönmüştü. Ve de aydınlık dünyaya tekrar dönmeyecek şekilde…

—Allah’ım beni niye böyle yarattığınızı şimdi daha iyi anlıyorum. Benim bünyem aydınlığı kaldıramazmış. Teşekkürler Allah’ım”

İsmail Öztaş ( Önceden yazdığım hikayelerden biri)
I
17 yıl
KOMUTAN ALİ-BORDO BERELİLER 2
KOMUTAN ALİ-BORDO BERELİLER 2
(Aşağıda anlatılanlar benim hayal ürünümdür. Bir hikayeden oluşmaktadır.)

Komutan Ali, 4 askeri ile yer yer çukurlukları olan büyük bir ovaya gelmişti. Askerlerinin gözlerindeki azmi görünce gururlanıyor, eğitimlere geçmek için can atıyordu. Askerler, Komutan Ali’yi dikkatlice takip ediyordu. Büyük bir çukurun önüne geldiklerinde durdular. Çukurun yan tarafında duran tabelada “ 5 Metre “ yazıyordu. Çukurun diplerinden askerlerin burunlarına pis bir koku geliyordu. Ali, boğazını temizleyerek konuşmasına başladı:

- “ Askerlerim burası eğitimimizin ilk yeri. Bu çukura gireceksiniz. Ve ben sizi bir saat sonra buradan çıkaracağım. Dayanamayacak asker olursa “ yeter “ diye bağırması yeterli olacaktır. Gelip o askeri oradan çıkaracağım. Şimdi çukura girme zamanı” dedi yüksek bir ses tonuyla. Askerler çukurun içinden gelen ağır kokuya aldırış etmeden içine daldılar. Yumuşak bir zemine düşmüşlerdi. Askerler yukarıdan Komutan Ali’nin gidişini gördüler. Çukurun içi yukardan görüldüğü kadar geniş değildi. Askerlerin burunları çok kötü kokular alıyordu. Askerlerden biri dayanamayarak yere yığıldı. Diğer askerler onu ayıltmaya koyuldular. Bir yandan da burunlarını örtmeye çalışıyorlardı. Bir asker burnunu kapatıyor, ağzından nefes almaya çalışıyordu. Ağır koku gittikçe zihinlerine kazınıyordu. Yerlerde siyahçana yumuşak şeyler görüyorlar fakat aldırış etmeden durup bekliyorlardı. Yerlerde ıslaklıklar da mevcuttu. Bayılan arkadaşını ayıltmayı başardılar. Bir süre geçtikten sonra iki asker ortama alışmaya başladı. Bayılan asker hala bitkin durumdaydı. Burnunu kapatan, ağzından nefes almaya çalışan asker ise hala kokuyu hissediyordu. Bir saatin geçtiğini anlayamadan, yukarıdan Komutan Ali’nin geldiğini duydular. Önlerine ip salmıştı. Birer birer yukarı çıktılar. Ali, askerlerinin yüzlerine baktı ve şöyle sordu:

- “ Kokuyu hala hissedeniniz var mı? “ diye sordu.

Eli hala burnunu kapatmakla uğraşan asker, “ Evet komutanım “ diye cevap verdi. Ali sözlerine şöyle devam etti:

- “ Sen kokuyu hissediyorsun çünkü burnunu kapatarak kokuyu burnuna almayı sağlamadın. Koku almaçlarını aşağıdaki kokuyu bir süre alsalaydı, daha sonra yorulacaklar ve sana o kokuyu hissettirmeyeceklerdi. Diğer arkadaşların burunlarını kapamadıkları için koku almaçları aşağıdaki kokuya alıştılar ve bir süre sonra ortama alıştılar. Ama buna rağmen dayanman güzel. Aşağıda ne var ve bu eğitimin amacı ne diye sorarsanız cevaplayayım. Aşağı dışkı, idrar, bozuk et, ölü hayvan, yanmış ot kokularından oluşan bir çukurdu. Dipte zaten bazılarına rastlamışsınızdır. Aşağıdaki bu kokulara dayanan bir asker, her türlü kokuya dayanır ve her türlü dağdaki hastalığa karşı direnç gösterir. Bu bir psikolojik test olarak da görülebilir. Dağdaki her türlü zorluğa karşı adapte etmek buradaki psikolojik testlerden de geçiyor. Ve bunu hepinizin geçtiğine gerçekten seviniyorum. Şimdi yerimiz deniz kıyısında. “ diyerek askerlerini bilgilendirdi. Askerler bir yandan eğitimi geçtikleri için sevinçlilerdi. Bir yandan ise Bordo Bereli olmanın gerçekten çok zor olduğunu anlamışlardı.

Ali, askerleri ile ovadan aşağıya doğru inerek deniz kıyısına geldi. Deniz kıyısında bir tekne vardı. Tekneye binmelerini işaret ederek, askerleri ile küçük tekneye sığıştılar. Teknenin içinde oksijen tüpleri ile dalgıç takımları vardı. 4 askerine bunları giymelerini söyledi. Askerler hemen giymeye koyuldular. Tekne ile denizin ortalarına doğru geldiklerinde Ali, tekneyi durdurdu.

- “ Askerlerim! Şimdi giyinmiş olduğunu dalgıç elbiseleri ile derin bir dalış yapacağız. Oksijen tüpleriniz 6 saat kadar dayanabilecek. Ben sizi buradan bir saat sonra almaya geleceğim. Bir saat denizin dibinde kalacaksınız. “ dedi ve açıklamasını bitirir bitirmez askerlerinin denize inmelerini işaretini verdi. Askerler denize bir anda daldılar. Ali, teknesini çalıştırarak askerlerinden uzaklaştırdı. Askerler bu eğitimin kolay olacağını düşündüler. İçlerinden “ Ne de olsa 6 saatlik tüpümüz var. Bir saat denizin dibinde tabiî ki kalırız “ diye geçiriyorlardı. Denizin dibinde keyiflice kalmaya başladılar. Balıkların dansları ilgi çekiciydi. Askerler o kadar rahattılar ki denizin dibinde birbirleriyle şakalaşıyorlardı bile. Bir saat geçtikten sonra suyun dibinden teknenin yaklaştığını gördüler. Bunun üzerine kafalarını su üstüne çıkardılar. Komutan Ali, teknesiyle askerlerin doğru yanaşıyordu. Askerler keyiflice tekneyi bekliyorlardı. Ali, teknesi ile askerlerine yaklaştı. Askerler teknenin durmasını bekliyordu ama Komutan Ali, teknesini durdurmadı. Askerlerinin yanından belli bir hız seviyesinde geçti.

- “ Başarısız oldunuz. Bir saat daha” dedi Ali, teknesinin üstünde askerlerinin önünden geçerken. Şimdi gittikçe uzaklaşmaya başladı. Askerler inanılmaz bir şaşkınlık içerisindeydiler. Durumu anlayamamışlardı. Bir saat suyun dibinde kalmışlardı. Neden başarısız sayılmışlardı ki? Tekrar kafalarını suyun dibine soktular. Bir saat daha denizin dibinde kaldılar. Teknenin geldiğini görünce kafalarını sudan çıkardılar. Ali Komutan, teknesiyle tekrar askerlerine doğru yanaştı. Askerleri bu sefer duracak gözüyle komutanlarına baktılar. Ama Ali, yine teknesiyle durmadı. Askerlerinin yanından geçti. Askerleri iyice afallamıştı.

- “ Başarısız oldunuz. Bir saat daha “ dedi tekrardan Ali komutan. Askerler durumu anlayamadılar. Neden başarısız olsunlar ki? Deniz altında bir saat kalmışlardı. Yılmadan tekrardan suyun altına daldılar. Oksijen tüpleri bitene kadar bu döngü devam etti. Ali teknesiyle her seferinde askerlerine yanaştı. Ama her seferinde yanlarından belli bir süratle geçti. Askerlerinin oksijen tüpleri bitmişti. Bu yüzden teknesiyle önlerinden geçerken arkalarından seslendi:

- “ Hala başaramadınız. Günümüzün hepsi denizde geçecek sanırım. “ dedi yüksek sesle. Askerler en sonunda durumun farkına varmışlardı. Amaç suyun altında kalmak değildi. Amaç suyun altında kaldıktan sonra, önlerinden geçen tekneye atlamaktı. Ama bunu sökmeleri için bayağı zaman geçmişti. Oksijen tüpleri olmadıkları için denizin dibine tekrar dalamadılar. Yorgunluk belirtileri çoktan başlamıştı. Karşılıklı iki çizgi haline geldiler. Böylece tekne aralarından geçecek ve herkes tek hamlede sıkışmadan atlayabilecekti. Komutan Ali bir saat sonra tekrar aynı yerden aynı süratle gelmeye başladı. Bu sefer askerlerinin durumu anladıklarını gördü. Ali, teknesiyle askerlerinin arasından geçerken, tam o sırada askerler bir anda tekneye tutundular. Zor da olsa yukarı teknenin içine çıkmayı başardılar. Şimdi teknenin içinde derin nefes alıyorlardı. Ali;

- “ Geçmeniz gereken en kolay gibi görünüp en zor yapılan testlerden biriydi. Demek ki bazen yemimizi kolay görmeyeceğiz. Her ne olursa olsun, her zaman işi zor görüp kolay bitireceğiz. Baştan işi kolay gördünüz bu yüzden şimdi zor halde tamamladınız “ dedi ders verir bir ses tonuyla. “ Şimdi karaya dönme zamanı “

Karaya döndüklerinde kıyıda başka bir tabur, askerler için bir eğitim sahası hazırlamıştı.

- “ Burada her gün kampınızda öğrendiniz atış talimini uygulayacağız. 12 tane askerimizin kafasında bir tahta duracak. Hedef tahtayı vurmaktır. Eğer askerlerimizi vurursanız, mekânları cennet olacaktır. Eğitim zahiyatı diye geçecektir. “ dedi Ali Komutan. Çok soğukkanlı görünüyordu. Bordo Bereli adayı olmaya çalışan dört asker şoka uğramışlardı. Kendi askerlerinin kafasının üstündeki tahtaya nasıl ateş edebilirlerdi ki? Ya elleri titrerse? Ya rüzgâr mermiyi kaydırırsa? Kurşun arkadaşlarının kafasına saplanacaktı ve ömür boyu vicdan azabı çekeceklerdi. Nasıl olabilirdi ki bu? Önce gerçek mermi olmayacak diye düşündüler. Ama daha sonra hazırlanan silahları görünce gözleri yuvalarından çıkacaktı. Kıyıda bekleyen 12 asker arkadaşı hedef olarak çoktan sıraya geçmişlerdi.

- “ Silahlarınızı alın. 50 metre atış talimi canlı hedefe karşı yapacağız. Eğer bu işi yapamayacağım diyen varsa şimdiden çıksın.” Dedi Ali sert bir dille. Askerlerden üç tanesi hızlıca nefes alıp veriyordu. Bir adım öne çıktılar. Sanki hepsi tek ağız olmuş gibiydi.

- “ Komutanım, ben yapamayacağım. Kendi askerime kurşun sıkamam. Şehit düşerlerse bu vicdan azabı ile yaşayamam “ dediler üçü bir ağızdan. Ali Komutan;

- “ O zaman siz şimdi hedef oldunuz. Ellerinize bir tahta alın ve 12 askerin yanına dizilin. Geriye sadece bir adayımız kaldı. Asker hazır ol ateşe “ dedi. Ayrılan üç asker iyi mi kötü mü yaptıklarını anlayamadılar. Şimdi ise hedef olmuşlardı. Komutanlarının emrini yerine getirerek 12 askerin yanına geçtiler. Şimdi toplam 15 olmuştu. Atıcı asker pozisyonunu aldı. 50 metre mesafeye geçerek nişan pozisyonuna geçti. Uzun namlulu tüfek kullanıyordu. Sırayla atışlarına başladı. Olası bir kazaya karşı silahının namlusunu arkadaşlarının kafasından bayağı yukarıda tutuyordu. İlk atışında ıska geçti. Derin nefes alarak tekrar atışa başladı. Attığı kurşunlar hep yukarıya doğru gidiyordu. Bir süre sonra ilk arkadaşının kafasındaki tahtayı vurdu. Diğerlerine geçti. Heyecanı biraz azalmıştı. Diğer arkadaşına da bayağı mermi harcadıktan sonra sonunda tahtayı vurabildi. Yerde bir sürü kovan olmuştu ve daha iki tane hedef vurabilmişti. Ali Komutan’ın “ Dur” emriyle asker durdu.

- “ Yerdeki kovanlarını say” dedi Ali Komutan.

Asker hızlıca kovanlarını saydı.

- “ 46 komutanım “ dedi asker endişeyle.

Askerin elinden silahı aldı. Şarjörü eline alarak, içinde 15 tane mermi kalmasını sağladı. Pozisyonunu aldı. Sırayla askerlerin kafalarının üzerindeki tahtalara ateş etmeye başladı. Her askerin tahtasına tek kurşun yetmişti. Yerde 15 kovan, tahtalarda ise 15 tane sıra ile delik oluşmuştu. Her hedefi tek atışta vurdu. Hedef olan askerler talimatın bittiğini görünce endişeli halleri gitmişti. Ali Komutan, taburu etrafında toplayarak;

-“ Bu eğitim bir atış eğitimi olmasının yanında yüklü bir psikolojik testtir. Benim eğittiğim dört Bordo Bereli aday arkadaşımızdan sadece bir tanesi Bordo Bereli olmaya hak kazanacaktır. Önemli olan canlı bir hedefe, en zor durumda en isabetli atışı yapmaktır. En zor durum ise burada arkadaşlarınıza ateş etmektir. Bizim amacımız tabii ki şehit verme isteği değildir. Burada kaza olmamasını tabiî ki her asker kadar bizde isteriz. Ama bu eğitimi ancak bu şekilde yapmak zorundayız. Bu kadar zor durumda isabetli atış yapılırsa, her türlü savaşta en zor anda en iyi atışı yapabiliriz. Üç arkadaşımız bunu göze alamadılar. Demek ki savaş sırasında düşman önlerine çıksa iyi bir atış yapamayacaklardı. Duygularına yenik düştüler. Duygularına yenik düşen, sırtından kurşunu yemeye mahkûmdur. Atışı göze almayarak duran bir hedef oldular. Gerçek bir savaşta da atış yapamazsanız duran hedef olursunuz. Atış yapabilen arkadaşımız her ne kadar kötü atış yapsa da atış yapabilme psikolojisine sahip olduğu için ve bu cesareti ile zamanla daha iyi atışlar yapabileceği için şu an Bordo Bereli olmaya hak kazanmıştır. Vatanımıza hayırlı olması dileğiyle” dedi Ali Komutan babacan bir tavırla. Bordo Bereli olmaya hak kazanan asker komutanından söz alarak merakla bir soru sordu.

- “ Komutanım, siz Bordo Bereli olmaya ilk adım attığınızda, şu an benim pozisyonumdayken, bu eğitime ilk girdiğinizde kaç mermi harcamıştınız “ dedi asker meraklı halde.

Ali Komutan gülümseyerek;

- “ 40 mermi “ diye cevap verdi.

-“ Komutanım, neredeyse aynı miktarda mermi atmışız.” Dedi asker sevinçli gözlerle.

Ali Komutan daha da gülümseyerek;

- “ Ama 40 hedef vardı “ dedi…


İSMAİL ÖZTAŞ
DH Mobil uygulaması ile devam edin. Mobil tarayıcınız ile mümkün olanların yanı sıra, birçok yeni ve faydalı özelliğe erişin. Gizle ve güncelleme çıkana kadar tekrar gösterme.