1. sayfa
| ya da yaş aldıkça zamanın daha çabuk geçtiğini düşünler |
|
"Zerre içinde zerreyim, ben kendimi bilmez miyim?" Yani işin sırrı kendini bilmekte. Değişmek istiyorsan eğer, bileceksin kendini. Neyi terkettiğini bileceksin. Neyi terkettiğini bileceksin ki, Neye kavuşmak istediğini bilesin. Şimdi düşünüyorum da... Bırak bilmeyi, Ben aslında hiç öğrenemedim kendimi.. |
|
Yöresi ERZİNCAN Köyü Tercan AŞIK DAİMİ |
|
"Galiba ben insanlarla nasıl yaşanır bilmiyorum. İnsanlarla nasıl konuşulur, arkadaşlarla neler yapılır, sevgilin olursa onunla nasıl vakit geçirilir, biriyle arandaki mesafe nasıl ayarlanır... Ama hep biliyormuş gibi yaptım. Ve hep yanlış yaptım." |
| İnsan bazen kendini o kadar yalnız hissediyor ki ya da o kadar çaresiz. Tamam diyor anladım bu dünya bana karşı kurulmuş bir tuzak hatta bir mayın. Doğduğum gün üstüne basmışım. Şimdi çeksem ayağımı şu koca dünya havaya uçacak. Ama şimdi durduğu yerde donuyor insan. Nefes almaya bile korkuyor.Geriye de işte yalnızlık kalıyor. |
|
|
Ayağı kayan bir çocuk Kadar şaşkınım, bilemedim Düz yolda yürümenin imlâsını Kanayan dizlerime bakıp da Ağlamayı öğrenemediğim gibi Sevgilisi değildim kadınlarımın Bir papağan tüneğiydim belki Ama birkaç sözcük öğrendiysem Kadınlardan öğrendim, yine de Bilemedim sevgilim diyebilmeyi Büyülendim ama büyüyemedim Aklım ermedi aynalara ve suya Yüzümü gösterip kalbimi neden Sakladıklarını öğrenemedim Şaşkınım, cahilim ben bu dünyada (Çocuksun Sen) Ahmet Telli Kayıt Tarihi : 21.11.2000 |
|
uzun uzun susuyorsun bir gülü koklarken yüzün büsbütün gülistan oluyor ve bitti sandığımız yerde yeniden ürperen aşk hangi hatıralarla kanadı hangisinde sustu biz hangi şehirde güller taşıdık odamıza hangisinde yaralarımızı saracak bir dost bir yoldaş aradık ölürcesine, yoktular zilsiyah hatıralar edinmişti şehirler ve barbar zamanlardı şehla sessizliğimizde nice yıkımlardan kurtardığın şeydi susmak adressiz yaşamalardan, mutsuzluklardan umutlardan geri kalandı ve yakıştırdın kendine, yüzünün biçimi buradan geliyor iki şehir, iki darbe arasında geçirdiğin yıllar sana bir onur gibi susmayı ekledi ki güller sessizliğin koynunda bulurlar renklerini ayrılıkların bir rengi vardır, susuşların bekleyişlerin, yalnızlıkların da öyle şehrin görüntüsü unutmanın rengine benzer istasyonlarsa özleme dönüktür nedense ve bir köşesinde mutlaka taşra kokusu kokunun rengi nasıl yayılır bilirsin güllerden, fesleğenlerden ve acılardan hiç konuşmayalım istersen susmak bir dil bir hatırlamak olsun yitirdiğimiz ne varsa hatırlamak deyince içimden bir rüzgar ışıkları söndürülmüş kasabalar geçiyor komşu bahçeden hoyratça kopardığım güller kendimi pekos bill yerine koyduğum günler düşüyor içime, kendime sığmıyorum hatırlamak deyince annemin öldüğü gün içimden bir mürekkep ırmağı akmıştı se ve ateş, hava ve toprak ve her şey cıvaya dönüşmütü orada, ikide bir gülkurusu yolculuklara çıkışım bundandı yön duygumu galiba o zaman yitirdim hangi şehirde yoksan ben kayboluyorum orada zarif hatıralar edinmiştik sokağımızdan ve eğilip bakardı geçip giden bulutlar sen mektubundan önce gelirdin, kuruyan fesleğenler için yas tutardık yazsonları devrim bir ihtimal olarak kaldı diyenlere sessizce itiraz etmeyi öğrendik o günlerde dokunsalar akasyalar gibi yaprak dökerdik şimdi ürperten, onaran bir şey var, sen bir gülü uzun uzun koklayarak anlatıyorsun bunu kalbimizse küllerin altında kalabilen iki köz iki cehennem; imlası bozuk mektuplar gibiyiz çünkü imla evlilikle biten aşklara benziyor rüzgarını yitirmiş vadiye, bulutsuz yağmursuz bir gökyüzü de diyebilirsin uzun uzun susuyorsun bir gülü koklarken hatırlamak böyle bir şey olmalı diyorum unuttuğumuz ne varsa barbarlar sızıyor bizse şehla bir isyan oluyoruz şehrin zilsiyah hatıralarından sıyrılarak sevmek böyle bir şey herhalde diyorum sen uzun uzun koklarken bir gülü ve yüzünün doğusu gül kokuyor çünkü doğu gülistandı dağın ve destanın bize anlattığı Ahmet Telli |
| "Bellek, sakladığı anılar konusunda “canı nereye isterse oraya oturan bir köpek gibi” keyfi midir? Yakın geçmişteki anılarımızı doğru düzgün hatırlayamazken, nasıl olup da en eski anılarımızı daha dün olmuşçasına net bir şekilde hatırlarız? Ölüm anında hayatımız neden “bir film şeridi gibi” gözlerimizin önünden geçer? Belleğin zaman algımız üzerindeki etkisi nedir? Çocukluğumuzda bir ay gibi bir zaman dilimi bize son derece uzun gelirken, yaşlandığımızda aylar ve yıllar nasıl olup da biz anlamadan geçip gider?" |
|
"Birinci Bölüm, "Bellek, Canı Nereye İsterse Oraya Oturan Bir Köpek Gibidir", s. 13-26 Belleğimizin kendi iradesi vardır. "Bunu hiç unutmamalıyım, bu ânı aklımdan çıkarmamalıyım, bu bakışı, bu duyguyu, bu dokunuşu asla unutamam," deriz, ama birkaç ay, hatta birkaç gün geçtikten sonra bu anıyı hatırlayacağımızı ümit ettiğimiz renkte, kokuda veya tadda hatırlayamadığımızı görürüz. Cees Nooteboom Rituals'da (Ritüeller) "Bellek, canı nereye isterse oraya oturan bir köpek gibidir," der. Belleğimiz bir şeyi muhafaza etmeme emrimizi de kaale almaz: Keşke bunu görmeseydim, yaşamasaydım, duymasaydım; bunu tamamen unutabilsem, deriz. Ama hepsi boşunadır; unutmak istediğimiz şey gece, uykumuz kaçtığında kendiliğinden, davetsiz bir şekilde çıkıverir tekrar karşımıza. Bellek o zaman da bir köpek gibidir; az önce attığımız şeyi kuyruğunu sallaya sallaya bize geri getirir. Psikologlar, belleğimizin kişisel deneyimlerimizi depoladığımız bölümünü 1980'li yıllardan beri "otobiyografik bellek" adıyla anıyorlar. Burası hayatımızın vakayınamesidir, birileri bize hatırladığımız en eski anılarımızı, çocukken yaşadığımız evin neye benzediğini veya en son okuduğumuz kitabı sorduğunda başvurduğumuz uzun dönemli bir kayıttır. Otobiyografik bellek aynı anda hem hatırlar hem de unutur. Hayatınızla ilgili notları, unutmayı tercih edeceğiniz şeyleri titizlikle kaydeden ve kendinizi en iyi hissettiğiniz saatlerde harıl harıl çalışıyormuş gibi görünüp de hiçbir şey yapmayan, laf dinlemez bir şirket sekreteri tutuyor gibidir. Otobiyografik bellek kendine özgü birtakım gizemli yasalara uyar. Otobiyografik belleğimizde neden üç veya dört yaşlarımızdan önceki dönemlere ait hiçbir şey yoktur? Neden acı verici olaylar mürekkepli kalemle yazılmışçasına silinmez şekilde kaydedilir? Gurur kırıcı olaylar neden aradan yıllar geçse de sabıka kayıtlarındakine benzer bir kesinlikle hatırlanır? Bu tür olaylar neden daima kederli anlarda ve keder verici olaylar esnasında hatırlanır? Depresyon ve uykusuzluk (insomni) otobiyografik belleğimizi bir ıstırap hikâyesine dönüştürür: Huzur bozucu her anı, baskıcı bir çapraz referans ağı yardımıyla diğer huzur bozucu anılarla bağlantı kurar. Zaman zaman belleğimiz bizi gafil avlar. Bir koku, kırk yıldır düşünmediğimiz bir şeyi hatırlatır bize aniden. En son yedi yaşındayken gördüğümüz bir sokak tanınmayacak kadar küçülmüş gelir bize. Yaşlıyken çocukluk anılarını kırk yaşımızdakinden daha net hatırlarız, ama bu hatırladıklarımız daha ziyade alelade, harcıâlem şeylerdir. Prenses Diana'nın öldüğünü duyduğunuzda nerede olduğunuzu neden hâlâ hatırladığınızı, dejavunun nasıl meydana geldiğini ve yaşlandıkça hayatın insana neden çabuk geçiyormuş gibi geldiğini merak ettiğiniz zamanlar da oluyordur. Psikologların "otobiyografik bellek" gibi bir şeyi daha düne kadar tanımlamamış olmaları tuhaf gelebilir. Bunun nedeni "bellek" sözcüğünün halk dilinde zaten hem kişisel deneyimlerinizi depolama yeteneği hem de bunları daha sonra hatırlama yeteneği anlamında kullanılmasıdır. Belleğinizde "kişisel deneyimler"iniz olmayacak da hangi deneyimler olacak? Bu soru bir yanlış anlamanın ürünüdür. Ders kitabı olarak yazılmış her psikoloji kitabında çok sayıda bellek türü arasında ayrım yapılır. Bazı bellek biçimleri (kısa ve uzun süreli bellek gibi) anı depolama süreleriyle ilgilidir; bazıları ilişkide oldukları duyulara (işitsel veya ikonik bellek gibi), bazıları ise depolanan bilgiye (semantik, motor veya görsel bellek gibi) işaret eder. Bütün bu bellek türlerinin kendilerine özgü yasaları ve özellikleri vardır; bir sözcüğün anlamını araba kullanırkenki ayak hareketlerinizi hatırladığınızdan, Pitagoras'ın teoremini okula ilk başladığınız günü hatırladığınızdan farklı biçimde hatırlarsınız. Üzerinde biraz daha düşününce, farklı bellek biçimleri arasında kişisel deneyim anılarının depolanmasını ifade eden yeni bir teknik terimin ancak 1980'lerin başlarında ortaya atılmış olması çok da tuhaf gelmiyor insana. Burada asıl sorulması gereken soru, otobiyografik bellekle ilgili araştırmaların neden bu tarihlerde başlamış olduğudur. Neden bu kadar geç başlamıştır?" |
|
"Otobiyografik bellek bizim en yakın dostumuzdur. Bizimle birlikte büyür. Biz beş yaşındaykenki davranışıyla on beş yaşındaykenki veya altmış yaşındaykenki davranışları farklıdır, gerçi değişimler o kadar tedricidir ki, bu farkı anlamayız bile. Otobiyografik belleğin ortaya attığı soruların bir zaman eksenine oturtulması gerekir (hayatta olduğu gibi bu kitapta da). İlk anılarımız ile yaşlılığın unutkanlığı arasında, anının oluşumu ile anıların yıkımı arasında, henüz hatırlama kabiliyetine sahip olunmadığı zamanlar ile hatırlama kabiliyetinin yitirildiği zamanlar arasında hepimizin aklında sorular oluşması kaçınılmazdır; nedeni basit, çünkü hepimizin bir belleği vardır. Hayatımız boyunca bize eşlik etmiş bir şeyin bizi hayrete düşürmemesi imkânsızdır. Aklımızda oluşan soruların cevaplarını çapı, içeriği ve coşkusu hızla büyüyen bir araştırma biçimiyle aramamız gerekir, yani otobiyografik bellek araştırmalarıyla. Ama bu da yetmez. Birçok psikologda (ki bunlara ben de dahilim) elindeki aletlere uygun sorulara öncelik vermek doğal bir tutum halini almıştır. Deneyler bu anlayışa göre tasarlanır; anketler, birbiriyle alakalı psikolojik ve nörolojik süreçlerin ölçümleri, hatta son zamanlarda PET-scan (pozitron emisyon tomografi cihazı) gibi temsil teknikleri ile birkaç başka teknik de öyle. Bu yöntemler çalışma sahamızın sınırlarını tanımlar. Bunun dışında kalan şeylere önem vermeyiz. Bunlar araştırma tarzımıza uymaz çünkü. Daha doğrusu şimdiye kadar ilk tepkimiz bu şekildeydi. Yaşlandıkça Hayat Neden Çabuk Geçer bu tepkiye bir direnme çabasıdır. Belleğimizle yaşadığımız şeylerin çoğu deneysel araştırma kabul etmeyen bir zaman diliminde gerçekleşir. Bazı fenomenler kayıt edilemeyecek kadar uçucudur. Dejavular birden ortaya çıkar, dejavu yaşadığınızı aradan biraz zaman geçtikten sonra anlarsınız ve hayatınızın bir bölümünü tekrar yaşadığınız duygusu, bu güzel duygu yine yok olur. Zamanın insana yaşlandıkça hızlanıyormuş gibi gelmesi ise çok uzun bir zamana yayılan bir fenomendir: Bir insan ömrünün tamamını kapsayan deneyler yapmak imkânsızdır. Bazı deneyimlerse deneysel araştırmaya müsait olmayan şartlar altında yaşanır. Ansızın hayatlarını tehdit eden bir durumla karşı karşıya kalan bazı insanlar daha sonra olay sırasında hayatlarının gözlerinin önünden bir film şeridi gibi geçtiğini gördüklerini söyler. Böyle bir şey laboratuvar koşulları altında nasıl test edilir? İkilem açıkça ortadadır: Ya bu tür soruları kenara iteceksin ya da cevapları deney sahasının dışında arayacaksın. Benim tercihimi kitabın başlığı anlatıyor. Doğrudan deneysel araştırmanın mümkün olmadığı durumlarda bile insan çoğunlukla en azından cevabın bir kısmını sunan veriler toplayabilir. Kimi zaman cevap yalnızca psikolojide bulunmaz: Anılar hakkında nörologlarla psikiyatristler, yazarlarla şairler, biyologlarla fizyologlar, tarihçilerle felsefeciler de bir şeyler yazmışlardır. Kimi zaman elde edilen bulgular çağdaş psikolojinin sınırlarını daha da öteye taşımıştır; Ebbinghaus'un kendinden önceki meslektaşları son derece masumca ve kendi deneyim ve gözlemlerinden başka kaynakları olmadan, artık modern araştırma programlarında karşılaşılmayacak türden sorular üzerine yazmışlardır. Giriş bölümlerinde okur ile yazar karşı yönlerden bakarlar. Okura göre kitap gelecektedir, yazara göreyse geçmişte. Bu kitabın yazarı geriye baktığında, eserin Ebbinghaus'tan ziyade Galton'ın ruhuna uygun bir kitap haline geldiğini ve "eski" çağrışımların çoğunlukla düşüncelerini psikolojinin ilk yıllarına götürdüğünü görüyor. Bu yüzdendir ki Yaşlandıkça Hayat Neden Çabuk Geçer'in bizatihi kendisi bir hatıra efektinin ifadesi haline gelmiştir. Ah neydi o eski günler! " |
|
Douwe Draaisma Yaşlandıkça Hayat Neden Çabuk Geçer Belleğimiz Geçmişimizi Nasıl Şekillendirir? Özgün adı: Waarom het leven Sneller gaat als je ouder wordt Over het autobiografishe geheugen kitap önerisi |
|
İnanılmaz bir tevafuk oldu. Kendi konuma girip yaşlanmakla ilgili bir şeyler yazayım diye düşünürken, yaşlanıyoruz vs. gibi düşünürken ana sayfa açıldı ve ilk olarak bu konuyu gördüm :) Evet kardeşim, Yaşlanıyoruz. Burada ölümüne şahit olduğum insanlar bile var. Bir tanesi ateistlerin en azılı üyelerindendi. Şimdi yok... Hangi dinden olursan veyahut dinsiz olsan dahi Araştırmak gerekli hiç bırakmadan. Buradan yanımızda götürdüğümüz yalnızca iman... Hızla yaşlanıyoruz. |
| ve güzel insandı dedirtebilmek üstadım.. |
| Zaman, adına ömür dediğimiz doğumdan ölüme kadar geçen ve bir nabız gibi atan “anların" arka arkaya dizilmesi mi? Veya saat ve takvim cinsinden bir şey mi? Her ne anlama gelirse gelsin, bizleri ihtiyarlatan ve ölüme doğru sürükleyen zamanın taşıdığı sırlar en fazla ilgimizi çeken konulardan birisi olmaya devam ediyor. |
|
Zamanı Anlamaya Götüren Çalışmalar Zamanın mesafeler gibi bir mekân çizgisi olduğunun tesbiti 12. asra kadar uzanır. Bu gerçeğin ilk tesbiti ilk yapanın Cebir ilminin kurucusu Cabir olduğunu söyleyebiliriz. Âlemde bazı şeylerin mutlak değer taşırken, bazılarının ise îzâfî olduğunu biliriz. Büyük-küçük, kısa-uzun, acı-tatlı ve hızlı-yavaş işte îzâfî değerlerden bazılarıdır. Varlıklar, İsaac Newton’la birlikte iki sınıfta bilimsel anlamda da ele alınmaya başlanmıştı. Newton’un ardından, iki bilim adamı Michelson ve Morley adlı ilim adamları “Esir” denen ortamı araştırdılar. Işık hızının ölçümüyle ilgili bir dizi deneyle uğraştılar. Bunlar, "ışık hızının değişik” olduğunu düşünüyorlardı. Bu çalışmalar sonucunda, ışığın her yönde sabit ve değişmez bir değere, saniyede 300.000 kilometre hıza sahip olduğu ortaya çıkmıştı... İşte bu, Newton’un aradığı sabitti ama, ne varki, Newton hayatta değildi. Newton’la birlikte fizikî dünyada büyük cisimlerin tabî olduğu kanun ve nizamname ortaya çıkarılmış madde gibi hareket ve kuvvetlerin de başıboş olmadığı apaçık kendini belli etmişti. Newton’un zamanında ışığın değişmez bir hızla hareket ettiği bilinmiyordu. Işık sabit bir hıza sahip olduğuna göre artık her hareket ışık hızına göre değerlendirilebilir, ölçülebilirdi. Aynı şey zaman için de geçerli olmalıydı. Çünkü, zamanı ölçebilecek bir dayanak vardı artık. Işığın sabit bir hızda olması fırsatını yakalayan Einstein aradığı ele geçirmişti. Evren devasa boyutlarda mücerret bir yapı. Bu gerçek Alman bilim adamı meşhur matematikci Gauss tarafından ele alındı... Soyut evrenin nasıl bir yapı arzettiğini ise modellerle bir ölçüde başaran kişi ise, Gauss'un öğrencisi Riemann oldu. Riemann’ın mücerret mekân boyutlarının zamana uygulanmasını ise Avusturyalı Hermann Minkowski yapacaktı. Matematikte hayalî sayılar dediğimiz “Mücerret ya da Kompleks” sayılardan olan ?-1'i kullanan Minkowski zamanın yeni ve dördüncü bir boyut olduğunu matematiksel olarak da ortaya koydu. Minkowski Einstein’in lisedeki matematik öğretmeniydi. Uzay kavramını Riemann’dan zaman kavramını da Lorenz ve Minkowski'den derleyen Einstein bunları uzlaştırdı. Sonuçta meşhur izafiyet teorisi doğdu. Evrendeki bütün hadiseler bu değişmez ışık hızına göre ölçüldüğü için teorinin adı izafiyet olmuştu. Uzay ve zaman boyutlarını birbirine dönüştürmek yerine bir arada düşünmek fikrinden yola çıkan Einstein, evren denilen ortamın bir uzay-zaman örgüsü olduğunu ileri sürüyordu. Neticede ortaya çıkan Einstein’in uzay-zaman dört boyutlusuydu. Einstein'ın "Genel Görecelik Teorisi"nin bilimsel olarak ortaya koyduğu bir husus şudur: Zamanın hızı, bir cismin hızına ve çekim merkezine olan uzaklığına göre değişir. Hız arttıkça zaman kısalır, yani daha ağır daha yavaş işleyerek sanki "durma" noktasına gelir. Lorentz dönüşüm formülleri, bugün zamanı mekâna bağlayan asıl izafiyet formülleridir. Zaman ve mekân bütünlüğünü Einstein’in öğretmeni Hermann Minkowski gösterdi ve mücerret boyut olan zamanı buldu. Minkowski, evrenin dört boyutlu olduğunu, zamanın doğrusal bir sürekliliğe sahip bulunduğunu, geçmiş, şimdi ve geleceğin insan zihni tarafından ortaya konulduğunu açıklıyordu. Bu durumda, şuur dediğimiz insan idraki beşinci boyut olarak talep edildi. Buna göre şuur, bir mekân çizgisini izleyerek idrak edilen zaman diliminin bir gözlemcisidir. Evrenin esasını zihin-akıl-şuur dediğimiz beşinci bir boyut belirler, kavrar ve karar verir. |
|
Zaman, beyinde saklanan birtakım hayaller arasında kıyas yapılmasıyla anlaşılmaktadır. Eğer insan hafızası olmasa, beyin bu tür yorumlar yapamayacak ve dolayısıyla da zaman idraki oluşmayacaktı. İnsan şuuru “uzay ve zamanı” kavramakta onlardan ayrılamamaktadır. Zaman algılayana bağlı, yani, îzâfî bir kavram olmaktadır. Zamanın îzâfîliğilini, rüyada yaşadıklarımızdan bir derece kavrayabiliriz. Rüyada gördüklerimizi, saatler sürmüş gibi hissetsek de, gerçekte her şey bir kaç saniye sürmüştür. Kâinat’taki tüm olaylar arasında yer alan ve onları birbirine bağlayan “zaman” adlı etki olmasaydı, hayatı idrak edemez, kâinat dediğimiz büyük mekânı anlayamaz ve anlatamazdık. Uzay-zaman dört boyutlusu, ortak bir ölçme sistemi olarak beliriyor, et ve tırnak gibi birbirinden ayrılamıyordu. Anlamakta zorlanmadığımız husus ise onun ömür ile birlikte, kaza - kader olayını da yürütüyor, bir kader cetvelini andırıyor olmasıdır. Dolayısıyle kaderi gösteren bir ekran yada olayların dizildiği bir ip, şerit olarak karşımıza çıkıyordu zaman. |
1. sayfa
DH forumlarında vakit geçirmekten keyif alıyor gibisin ancak giriş yapmadığını görüyoruz.
Üye Ol Şimdi DeğilÜye olduğunda özel mesaj gönderebilir, beğendiğin konuları favorilerine ekleyip takibe alabilir ve daha önce gezdiğin konulara hızlıca erişebilirsin.