
Bugün kendimce bir şey keşfettim,tabii bunu bilenler mutlaka vardır buluş bana ait değil eger evinizde eskide olsa dvd varsa asla dvix oynatıcı almayınız,nedenmi indirdiginiz filmleri içine alt yazısınıda gömerek MPEG2 yapın ve bunu dvd oynatıyor bende 10 senelik phlıps 728 dvd var ve harika çalışıyor hemde 700 MB filmi 400 MB düşürerek kalitede bir şeyde eksilmiyor isteyen dener. http://forum.donanimhaber.com/m_31753159/tm.htm şuraya anlattığım işlemi yapn o kadar,sonrada bana dua edin.
|
|
< Resime gitmek için tıklayın > < Resime gitmek için tıklayın > Yönetmen : Oyuncu Kadrosu : Simon Baker (Patrick Jane (19 episodes, 2008-2009)), Robin Tunney (Teresa Lisbon (19 episodes, 2008-2009)), Tim Kang (Kimball Cho / ... (19 episodes, 2008-2009)), Owain Yeoman (Wayne Rigsby (19 episodes, 2008-2009)), Amanda Righetti (Grace Van Pelt (19 episodes, 2008-2009)), Gregory Itzin (Virgil Minelli / ... (6 episodes, 2008-2009)), Dotan Baer (SWAT / ... (2 episodes, 2008-2009)), Angela Martinez (News Anchor / ... (2 episodes, 2008-2009)), Maxine Bahns (Jane's Wife / ... (2 episodes, 2008)), Richard Schimmelpfenneg (Bomb Squad / ... (2 episodes, 2009)), Konusu: 23 Eylül'de Abd'de başlayan, The Mentalist adlı yeni dizinin, yapımcılığını ve senaristliğini Rome dizisinin başarılı senaristi ve yapımcısı olan Bruno Heller üstlenmiş, pilot bölüm yönetmeni ise Emmy ödüllü David Nutter. Cbs kanalının bu yılki iddialı yapımlarından biri olan The Mentalist, polisiye -macera tadında ve kadrosunda tanıdık isimler var: Prison Break'den (Veronica Donovan'ı canlandırdı) Robin Tunney (Teresa Lisbon),The O.c'den (Hailey Nichol'u canlandırdı) göz aşinalığımız olan Amanda Righetti (Grace Van Pelt),The Guardian'dan tanıdığımız Simon Baker (Patrick Jane). Dizinin konusuysa, paranormal güçlere sahip Patrick, Bazı davaların çözülmesi için Kalifornia Araştırma Bürosuna yardımcı oluyor. Kendisini fazla önemsemeyen ve bu özelliğine fazlaca tamah etmeyen diğer dedektiflerle de zaman zaman sorunlar yaşıyor. Özel güçleri olan (bir nevi medyum) ana karakterimiz Patrick Jane (Simon Baker), insanların zihinlerinden geçenleri okuyarak, davranışlarını yönlendirerek olayları çözmede polislere yardımcı oluyor. Polisiye bir dizi, her bölüm diğer bölümlerden bağımsız. Dolayısıyla bölümler, duymaya alışık olduğumuz “Previously on The Mentalist” diye başlamıyor Prison Break’te “Veronica Donovan” rolüyle tanıdığımız Robin Tunney de Teresa Lisbon rolü ile ana karakterimiz Patrick Jane’in amiri olarak dizide yer alan oyunculardan. nfo: http://tr.wikipedia.org/wiki/The_Mentalist http://www.cbs.com/primetime/the_mentalist/ *Bölüm isimleri* 1 Pilot İşlenen cinayetin Red John'un işi olduğu düşünülmektedir ancak patrick jane bunun kopya bir cinayet olduğunu ve Red John'un işlemediğini öne sürer. 2 Red Hair and Silver Tape Kasaba dışında bir tarlada bir kızın cesedi bulunur.Bu dosyaya bakmak için CBI görevlendirilir. 3 Red Tide Sahile vurmuş bir kız cesedi bulunur ve CBI olayı araştırmaya başlar.Araştırmaya devam ettikçe olay dahada ilginçleşmeye başlar. 4 Ladies in Red Zengin bir adamın kendi evinde öldürülür ve cesedi gizli bir kasadan çıkar. 5 Redwood İki kızın gece ormanda arabası bozulur ve gizemli bir kişi tarafından iki kızda öldürülmek istenir. 6 Red-Handed Yolda bulunan bir insan elinin sahibi zengin bir kumarhane sahibi çıkar olay CBI ekibine verilir. 7 Seeing Red Medyuma gittikten sonra yolda öldürülen bir bayanın dosyası CBI ekibine verilir. 8 The Thin Red Line Uyuşturucu davası tanığıyla bir kız motel odasında ölü bulunur. Yerel polis suçlunun uyuşturucu davasında yargılanan Rick Carass olduğuna hemen karar verir ama Jane farklı düşünmektedir. 9 Flame Red Küçük bir kasabada donradan intikam almak üzere yapıldığı anlaşılacak olan bir cinayet araştırılır. 10 Red Brick and Ivy Patrick jane'in eski doktoru üniversitelerinde bir profesör öldürülünce olayı aydınlatması için ondan yardım ister. 11 Red John's Friends Red John'un kim olduğunu bildiğini söleyen bir mahkum onu hapisten çıkartması için gerekli delili bulması karşılığında Red John'un yerini söliyeceğine söz vererek Patrick Jane'den yardım ister. 12 Red Rum Lisenin futbol yıldızı olan Cody Elkins'in ölü bulunmasıyla tüm izler suçlu olarak yerel cadıyı gösterir. 13 Paint It Red Bir iş adamının damadı kayınpederinin odasına yani asılan 50 milyon $ değerindeki tablonun yakınında ölü bulunur. Jane ve CBI, damadın bu işle nasıl bir ilgisinin olduğunu ve cinayetten kimin sorumlu olduğunu bulmaya çalışır. 14 Crimson Casanova CBI, evli bir kadının sevgilisiyle yatakta ölü bulunması üzerine bu cinayeti araştırmakla görevlendirilit. 15 Scarlett Fever Şehir kulübünde işlenen bir cinayeti çözmesi için CBI görevlendirilir. 16 Bloodshot Patlama sonucu geçici körlük geçiren Jane diğer duyuları yardımıyla katilin bulunmasına yardım eder. 17 Carnelian, Inc. Skydive yaparken bir cinayet sonucu ölen David Whittaker'ın davasına bakmak için CBI görevlendirilir. 18 Russet Potatoes CBI ekibi hipnotize edilmiş insanların işlediği cinayetleri incelemek için görevlendirilir. 19 A Dozen Red Roses Patrick Jane ve takımı bir Hollywood Film Yapımcısının cinayetini çözmek üzere görevlendirilir. 20 Red Sauce Jane ve CBI ekibi Tanık Koruma Programındaki kişinin infazından sorumlu olanları bulmak üzere görevlendirilir. 21 Red John's Footsteps CBI, iki kızın kaçırılmasından sonra şehirde görünmeye başlayan kanlı gülen yüzün Red John'un işi mi yoksa başka bir taklitçinin işi mi olduğunu araştırır. 22 Blood Brothers Sezon Finali |
|
Sümerlilerde Tufan Tufan'da Türkler Ünlü Sumerolog Muazzez İlmiye Çığ'ın yeni kitabı 'Sumerlilerde Tufan, Tufan'da Türkler', Orta Asya kökenli Tufan efsanesinin izini sürüyor. Kitapta Türklerin Tufan efsanesiyle, Sumerlilerin Tufan destanı arasındaki bağlantıları ortaya koyuyor. Ayrıca hem Mezopotamya kaynaklı olan hem de Tevrat ve Kuran'daki Tufan efsanelerini Sumerlilerinkiyle karşılaştırıyor. Tufan'ın hangi coğrafyada olduğunu tartışarak kendi tezini de ortaya koyan Muazzez İlmiye Çığ ile kitabını konuştuk. Gamze Akdemir - Cumhuriyet / Kitap -Araştırmalarınızda dayandığınız konuları sorarak başlayalım isterim söyleşimize. -7 başlık altında incelemeyi uygun gördüm. Jeolojik verilerle başladım. Sonra arkeolojik buluntular, Asya yerel Tufan efsaneleri, destanlar, efsaneler, dil karşılaştırmaları ve yer adları üzerinde durdum. Öyle bağlantılar çıktı ki olağanüstü. Daha çok bağlantılar da çıkacaktır. Araştırmalarımda Sumerlilerin ana vatanının Orta Asya toprakları olduğu, dillerinin Türk diline olan büyük benzerliği, yazdıkları ve din kitaplarına dünyayı kapladığı şeklinde giren Tufan olayının da Orta Asya'daki su taşkınlarından kalan hatıralara dayandığını kanıtlamaya çalıştım. - Bir Sumer misyonu; gelişim, ilerlemek... Neredeyse bildiğimiz her şey onlara mı dayanıyor? - Her şey... En önemli buluşları dillerine göre bir yazı icat etmeleri tabi. Okullar açarak bu yazıyı her istediklerini yazacak şekilde geliştiriyorlar. Ve kolay bozulmayan kil üzerine geçirerek geleceğe kazıyorlar. Yazdıkları belgelerde günlük yaşantılarını, matematik, astronomi ve tıp da nasıl temel oluşturduklarını okuyoruz. Matematikte onlu, altılı sistemi geliştirmişler, en karışık hesapları yapabilmişler. Güneş'in ve Ay'ın görünüşüne göre zamanı yıla, yılı aylara, ayları haftalara, haftaları günlere, günleri de saatlere bölmüşler. 5 gezegeni, burçları saptayarak adlandırmışlar. Hastalıklar için hayvanlar, bitkiler ve madenlerden yararlanarak çeşitli ilaçlar yapmışlar. Mimarlıktaki kubbe, kemer sistemini kullanmışlar. Dikkat ederseniz Orta Asya'da her şey kubbelidir. Obalar, çadırlar hep kubbelidir. Künklerle temiz ve kirli suların taşınması, kanallarla tarım alanlarına götürülmesini, tekneler ve yelkenlilerle ulaşımı sağlamışlar. Bir de çok yeni bir bağlantı daha bulundu, bu kitaba yazılamadı. Sumer'in bir Su Tanrısı var. İnanışlarına göre de, Su Tanrısı'nın evi denizin dibinde. Yeni öğrendim Türklerde ise bir Su Tanrıçası var. Türk mitolojisine göre Su Tanrıçası'nın evi de bir gölün dibinde. Bu bağlantı rastlantı olamaz.. Din kitaplarına esin oldular' Ve 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar Sumerliler hakkında en ufak bir bilgi yok.. 1850'den sonra kazılardan çıkan tabletler ve yazılarının, dillerinin çözülmesiyle tanınmaya başladı Sumerliler. Evvela bilinen en eski kütüphane olan, Ninova'daki Asurbanipal Kütüphanesi bulunması yazının çözülmesine büyük etki etti. Metinlerin arasında çivi yazısıyla, başka bir dilde olduğu belli çevirileri vardı. Sonra Güney Mezopotamya'da kazılar başlayınca Sumer tabletleri çıktı, Nippur'da, bilhassa Lagaş'ta. O zaman anladılar ki yepyeni bir dil. Edebi eserler yaratmışlar. Ağızdan ağza gelen efsanelerini, destanlarını yazıya geçirmişler ki bugün bu konuların birçoğunun din kitapları ve halk söylenceleri yoluyla zamanımıza kadar geldiğini, din kitaplarına esin olduklarını öğreniyoruz. - Tufan olayını da ilk olarak Sumerliler yazıyor diyorsunuz... - Mezopotamya'da Tufan öyküleri 2000 yıl içinde üç ayrı zamanda, ikisi Akadca, biri Sumerce olarak yazılmış olarak bulundu. İlk okunan Tufan efsanesi DÖ 700 (Doğumdan Önce) yıllarına tarihlenen Asurbanipal Kütüphanesi'nden çıkmıştı. Aslında o, 12 tablet üzerine yazılmış Bilgameş/Gilgameş Destanının 11. tabletine eklenmiş bir öyküydü. DÖ 1200 yıllarında bir Babilli, Gilgameş'in ayrı ayrı yazılmış serüvenlerini bu tabletler üzerinde bir araya toplayarak uzun bir destan haline getirmişti. Tufan olayı da destanın sonuna eklenmiştir. Tabletlerin büyük kısmı kırık ve bozuk olduğundan tam okunamıyor. Tevrat ve Kuran'da tufan - Tevrat ve Kurandaki Tufan yaklaşımlarına farklılıkları da okuyoruz iki ayrı bölümde. - Tevrat'a göre kötülük artınca Tanrı insanları yarattığına pişman oluyor ve Tufan oluyor. Tevrat'ta iki hikâye var. Birinde 40 gün 40 gece sürüyor diyor, çıkmaları 150 gün. Fakat öbür kısımda bakıyorum tam bir sene diyor. Bir sene nasıl o geminin içinde kalıyorlar yani gemi Atlantik midir nedir? Kitaba da yazdım hayal ettikleri ölçüler çok mübalağalı.Kuran da, insanlar inanmadıkları için Allah bunu gönderdi diyor. Tufan diye bahsetmiyor, denizde boğduk, öldürdük diyor. Amaç, Nuh'un insanları Allah'ın birliğine inandırma uğraşısını göstermek, eğer inanmazlarsa, onlara da böyle bir felaket gelecek diye uyarmak. İlk nüfus kontrolü - Eski Babil Turan Efsanesi Atrahasis'e gelirsek, DÖ 1700'lerde Akadca yazılmış.. - Tanrılar insanları yapıyor. 600 yıl sonra nüfus patlıyor. Tanrılar bunu kontrol altına almak için önce bir hastalık gönderiyor. İnsanlar hastalıktan kırılıyor. Sonra 600 yıl daha geçiyor, nüfus yine çok artınca, Tanrılar Tufan'a karar veriyor ve bu kararı Bilgelik Tanrısı aracılığıyla Atrahasis'e bildiriyorlar. Tufan 7 gün, 7 gece sürüyor, şiddetinden Tanrılar bile korkuyor. Tanrılar, bununla da yetinmiyor ve durumu garantiye almak için Doğum Tanrıçası'na 'kısır kadın yap' ve 'Fazla çocuğu olanları öldürecek bir cin yap' diye buyuruyor. Burada bir nüfus kontrolü göndermesiyle karşılaşıyoruz. Başbakan Tayyip Erdoğan gibi üç çocuğa sıcak bakılmıyor yani' İşçi tanrılar - Atrahasis efsanesi 'Tanrılar insanlar gibi iken' diye başlıyor' Efsaneye göre Tanrılar başlarda hayli ağır işçilik yapıyor.. - Canları çıkıyor!.. (gülüyoruz) Tanrılar kanallar açıyorlar. Dicle Nehri'nin kıyısını temizliyorlar, evler yapıyorlar, ki Sumer inanışına göre, tanrılar bütün şehirleri hazırlayıp insanlara vermişlerdir. Hatta o kadar yoruluyorlar ki gidip baştanrıları, Enlil babaya gözyaşları içinde dert yanıyorlar. Ölümlülerin yaratılması fikri de böylece doğuyor. - Evet tam da burada Türklerdeki Şamanlık izlerinin kökeniyle ilgili Atrahasis efsanesi aracılığıyla ortaya çıkardığınız bir bağlantıyı okuyoruz.. Davulların çalınması olayı... - Çok önemlidir; Tanrı kanı ile çamurun karıştırılarak insan şekli verilmesi ve insan olması sırasında olanlar. Tanrı ruhunun insanla bütünleşmesi... Çamur yoğruluyor insan yapılıyor, bütün Tanrılar onun üzerine tükürüyorlar. Bu olurken de davul çalınıyor Şamanlar gibi. Samuel Noah Kramer, 'Sumerlerin Kurnaz Tanrısı: Enki' adlı yapıtında şöyle yazar: 'Davul ile Tanrı'nın etindeki ruh canlılarda onun işareti olarak bilinecek veya ilan edilecektir.' Bu anlatış da Şamanlığa çok yakındır. Toprağın Tanrı kanıyla karışıp insan olup canlanmasını, Anadolu'da toprağın bereketini anlatan bir sözde de buluruz; 'Kan düşse, can çıkar'. |
|
Kalbin tarihi Kalbin, sevgi, merhamet, cesaret, gurur, ızdırap, hayal kırıklığı, hayat, ölüm gibi duygularla ilişkilendirilmiş olduğu ilk yazılı belgelere Sümer-Babil kültüründe ratlanıyor. Eski Yunan’da da (M.Ö. 700-200) ruhun kalbin içinde yerleştiğine inanılıyordu. İnsan kalbinin mağara resimlerinde ve Mısır kültürüne ait papirüslerde bile günümüzdeki kalp figürüne benzer şekilde resmedilmesinin şaşkınlık verici olduğunu ifade eden Acıbadem Bakırköy Hastanesi Kalp Damar Cerrahisi Bölüm Başkanı Prof. Dr. Tayyar Sarıoğlu, aşıkların sevgisini barındırdığına inanılan ‘kalbin’ izini sürdü. Bebek Altı Haftalıkken Kalbi Atmaya Başlıyor Kalp, vücudumuz oluşurken anne karnında harekete geçen ilk organımızdır. Bebeğin kalbi anne karnında, altıncı haftadan itibaren atmaya başlar. Diğer organlar, kalp ve damar sistemi etrafında şekillenmeye devam eder. Koşma veya tırmanma gibi daha fazla fiziksel efor gerektiren durumlarda, kalbimizin daha kuvvetli ve daha hızlı attığını hissederiz. Böyle fiziksel ve ruhsal durum değişikliklerinde çalışmasında belirgin farklılıklar hissettiğimiz bir organ olarak kalp, hayatın ve canlılığın kaynağı olarak görülmüş, muhtemelen bu nedenle de ruhun kalbe yerleştiğine inanılmıştır. Kalbin Sembolü, Tüm Kültürlerde Aynıydı Tüm insanlık tarihi boyunca kalp, mucizevi bir organ olarak algılanmıştır. Kalp, yeryüzündeki tüm kültür ve medeniyetlerde hayatın ve canlılığın kaynağı olduğu kadar sevgi, dostluk, merhamet, vicdan, yardımseverlik, fedakarlık, vefa, birlik-beraberlik, güven ve cesaretin simgesi olarak kabul edilmiştir. Bu duygu ve düşüncelerin kalp figürü ile ifade edildiğini ve be şekilde sembolleştiğini görüyoruz. İnsan vücudunda başka hiçbir organa yüklenmeyen bu yüce anlamlar ile kalp arasındaki ilişki nereden kaynaklanmaktadır? Kalbin Şeklini Mağara Duvarlarına Çizdiler İnsanlığın ilk ataları olarak kabul edilen ve son buzul çağından önce (M.Ö. 10000-8000) yaşamış olan Cro-Magnonlar için kalp, yaşamın ve canlılığın devamını sağlayan en önemli organdı. Cro-Magnonlardan kalan Güney Fransa’daki mağara duvarlarındaki resimlerde bu düşünceyi destekleyen ve günümüzdekine çok benzer kalp figürlerinin bulunmuş olması çok ilgi çekicidir. Avcılıkla geçinen bu ilk insanların, avladıkları hayvanların kalp atışlarının durmasıyla öldüklerini ve kalplerinin atmaya devam ettiği sürece de canlı kaldıklarını gözlemlemiş oldukları düşünülmektedir. Eski Çin ve Uzakdoğu medeniyetlerinde de kalbin ruhsal gücün ve aklın merkezi olduğu inanışı yaygındı. (M.Ö.3000-2000) Mısır’da Ölülerin Sadece Kalbi Vücutta Bırakılıyordu Tarihin daha sonraki dönemlerinde (M.Ö. 2500-1000), eski Mısır’da kalp ruhun ve vicdanın merkezi olarak kabul ediliyordu. Ölümden sonra kalp dışındaki tüm organlar çıkarılıp bir seramik kase içinde ölüyle birlikte gömülüyor, sadece kalp yerinde bırakılıyordu. İnanışa göre ölümden sonra kalp, adalet tanrısı Maat’ın huzurunda tartılıyordu. Eğer kalp Maat’ın tüyünden hafif gelirse, ölen kişi Osiris (yeraltı tanrısı ile) yaşamaya devam ediyordu. Aksi halde Ammut (şeytan) kalbi yiyor ve böylece o insanın ruhu yokluğa mahkum edilmiş oluyordu. Sümerliler Papirüse Kalbin Kan Pompaladığını Çizdi Kalbin, sevgi, merhamet, cesaret, gurur, ızdırap, hayal kırıklığı, hayat, ölüm gibi duygularla ilişkilendirilmiş olduğu ilk yazılı belgelere Sümer-Babil kültüründe ratlanıyor. Yarı tanrı Gılgamış Destanı’nda kalbin bu duygu ve düşüncelerle açıkça ilişkilendirildiği görülmektedir. (M.Ö.2100-2000) Tarihte ilk yazılı tıp belgesi olarak kabul edilen Ebers papirüsünde kalp ve nabız atışlarından, kalbin kan pompalama fonksiyonundan, vücudun her tarafına yayılmış bir damar ve dolaşım sisteminden bahsedilmiş olması şaşırtıcıdır. (M.Ö.1550) Hipokrat Ve Aristo’ya Göre Kalp: Düşüncenin Merkezi Eski Yunan’da (M.Ö. 700-200) ruhun, kalbin içinde yerleştiğine inanılıyordu. Kalbin kan pompalama fonksiyonun farkında olan Hipokrat ve Aristo, kalbin aynı zamanda duygu ve düşünce yeteneklerinin de merkezi olduğunu düşünüyorlardı. Kuzey Afrika’daki Silphium Bitkisi Günümüzdeki Kalp Sembolüne Çok Benziyordu Sevginin kalple ilişkisi konusunda en eski ve ilginç bulgulardan biri de antik çağlarda (M.Ö.7.yy) Kuzey Afrika’da bulunan Cyrene şehir devletinin hikayesinde saklıdır. Günümüzde Libya sınırları içinde kalan Cyrene şehri, civarında yetişen çok değerli Silphium bitkisiyle ünlüydü ve bu bitki nedeniyle dönemin en önemli ticaret merkezi haline gelmişti. Silphium, erkekler için çok güçlü bir afrodizyak etki gösterirken, kadınlar için kontraseptif (doğum kontolü) amacıyla kullanılıyordu. Bu özelliği nedeniyle silphium bitkisi o kadar değerliydi ki Cyrene paraları üzerinde Silphium tohumunun şekli resmedilmişti. Günümüzde de kullanılan kalp sembolüne çok benzeyen bu şeklin, kalp ile erotik sevgi arasındaki ilişkinin tarihsel köklerini oluşturduğu düşünülmektedir. Yunan Anforalarında Kalp-Zevk İlişkisi Resmedildi Eski bir Yunan anforası üzerinde (M.Ö: 500) şarap ve zevk tanrısı Dyanisos’un başındaki çelengin kalp şeklindeki yapraklarla oluşturulduğu görülür. Bu bulguda kalp ile zevk ve mutluluk arasında ilk çağlardan beri bir ilişki kurulduğunu göstermektedir. Antik Yunan düşüncesi Roma İmparatorluğu dönemimde de etkisini sürdürmüştür. Büyük Romalı otorite Ovid (M.Ö. 43-M.S.17) yaşamın devamı için en önemli organ olan kalbin yaralanmalarında ilaçların bir işe yaramayacağını söylemiştir. Klasik tıbbın büyük hekimi olarak kabul edilen Galen (M.S. 130-200) kalbi kan akışını düzenleyen yaşam ruhunun merkezi olarak tanımlamıştır. Galen’in, kalpteki kasılma (sistol) ve gevşeme (diyastol) fonksiyonlarından, karıncık ve kapakçıklardan atar ve toplardamarların farklı yapılarından söz etmiş olduğu ileri sürülmektedir. Galen’e göre ruhun 3 şekli vardı: Yaşam ruhu kalpte, hayvan ruhu beyinde (algılama ve hareket) ve doğal ruh (beslenme ve metabolizma) karaciğerde bulunuyordu. İlk Amerikan kültürlerinde de kalbe büyük önem atfedilmiştir. Antik Meksika medeniyetinde (M.S 100-900) bazı ruhsal güçlerin kalple ilişkili olduğu düşünülmüş ve bu güçlerin ölünceye kadar kalbi terk etmediklerine inanılmıştır. Üç Büyük Dine Göre Kalp, Sevgi Ve Merhameti Simgeliyor Yahudi, Hıristiyan ve Müslüman teolojisinde kalbin aynı anlam ve kavramları sembolleştirdiği görülür. Her üç dinde de kalp sevgi, merhamet, hayırseverlik, derin bir anlayış gücü gibi ruhsal duygu, düşünce ve davranışlarla özdeşleştirilmiştir. Tevrat’ta Lev (kalp) den 190 defa bahsedilmektedir. Hıristiyanlık ve Müslümanlıkta kalp Tanrı sevgisinin yeri ve ebedi mutluluğun aracı olarak nitelendirilmiştir. Kuran’da düşünen kalpten bahsedilir (Sure 22, Ayet 46). Yine İslam mistisizminde (tasavvuf) kalp gözünden bahsedilir. Biyolojik göz dış dünyayı kalbin gözü (ruhsal göz, basiret) varlık ve olayların iç yüzünü, gerçek mahiyetini, görmeyi, anlamayı sağlar. Hıristiyanlıkta kutsal kalp kavramı vardır. 17.yy’da Azize Margaret Marie Alacoque rüyasında dikenli bir taçla çevrelenmiş, ışık saçan bir kalp görmüştür. Kutsal kalp olarak adlandırılan bu sembol Katolik kilisesi tarafından kabul edilmektedir. Sevgi ve yardım severliği temsil eden kutsal kalp aslında 17.yy.dan çok önce de Hıristiyan ikonalarında Hz. İsa’nın kalbini temsil etmek için kullanılıyordu. Bugünkü sevgililer günü kartlarında görülen kalp sembolü ortaçağda 1400’lü yıllardan sonra popüler olmaya başlamıştır.1400’lerden kalma “Kalbin Sunuluşu” isimli Fransız duvar halısında erkeklerin aşık oldukları kadınlara bağlılık ve adanmışlıklarını kalplerini sunarak gösterdikleri tasvir edilmektedir. Tarih boyunca güven ve itimadın simgesi olan kalp sembolü günümüzde de aynı amaçla kullanılmaya devam ediliyor... |
|
Solaklar daha zeki Solaklığın evrimini araştıran Fransız bilim adamları, solakların genele göre daha yaratıcı ve zeki olduğunu ortaya çıkardı. Solaklığın kötü yönü ise ömürlerinin biraz daha kısa olması. Fransız bilim adamları, solaklığın evrimini araştırdılar. Buna göre solak olmanın anne karnında maruz kalınan hormonlarla ilgili olduğu sanılıyor. Her ne kadar solaklığın nedenleri pek anlaşılmasa da, genetik olabileceği de ifade ediliyor. Evrim biyologlarının görüşüne göre, tarih öncesi dönemlerde solak olmak, bir dövüş sırasında sağ elini kullananlara karşı sürpriz karşılık verebilme imkanı tanıdığı için avantaj sağladı. Bu yüzden az sayıda olan solaklar evrim sürecinde hayatta kalmayı başardı. Uzmanların araştırma sonuçları, solakların, genele göre daha yaratıcı ve daha zeki olabildiklerini gösterdi. Coğrafi çeşitliliğe bağlı olarak nüfusun yüzde 5 ila yüzde 25’ini oluşturan solakların yapıları ufak tefek. Eşcinseller arasında solakların oranlarının daha fazla olması da bazı uzmanlar tarafından, "Eşcinsellerin çoğunlukla çocukları olmaz. Bu yüzden genetik duruma dayandırmak pek sağlıklı değil" şeklinde yorumlanıyor. Solaklığın kötü yanı ise ortalama ömürlerinin, sağlaklardan birkaç ay daha kısa olması... |
|
47 milyon yıllık fosil kayıp halka olabilir Almanya'nın Messel Oyuğu'nda 1983'te keşfedilen ve geçtiğimiz günlerde New York Doğal Tarih Müzesi'nde ziyarete açılan 47 milyon yıllık dişi lemur fosili kendi türü içinde şu ana kadar bulunanlar arasında en az eksiğe sahip fosil. 80'li yıllarda Almanya'da bulunmuş olan 47 milyon yıllık lemur fosili insan evriminin kayıp halkası olabilir mi? 1983'te keşfedilen fosili güzel göründüğü için duvarına asan fosil koleksiyoncusu bu fosilin ne kadar değerli olduğunun farkında olmadığını belirtiyor. 2006 yılında bir tacir, fosili Oslo Doğal Tarih Müzesi görevlilerinden Dr. Jorn Hurum'a gösterdiğinde fosilin ne kadar değerli olduğu fark ediliyor. İda adı verilen fosili inceleyen ve araştırmalarını PLoS One'da yayınlayan ekibe göre, fosil insan ve maymunların en eski ataları ile aralarındaki kayıp halkalardan biri olabilir. Daha önce fosil primatların dişlerinden yola çıkmak zorunda kalan araştırmacılar, Ida sayesinde bir primatın vücudundaki tüm kemikleri inceleyebiliyorlar. Hatta araştırmacılar, Ida'nın yediği son yemeğin böğürtlen olduğunu bile tespit edebiliyor. Ortalama bir kedi büyüklüğündeki fosili inceleyen bilim adamlarının Ida'yı kayıp halka olarak görmelerine neden olan şey, genellikle daha gelişmiş primatlarla özdeşleştirilen bazı özelliklerin Ida'da görülmesi. Almanya'da bulunan Seckenberg Müzesi çalışanlarından Yens Franzen, Ida'nın insan ve maymunları kendisinden bir önceki primatlara bağlayan tür olduğunu öne sürüyor. Dr. Franzen'e göre Ida'nın başparmağı sayesinde kavrayabilen elleri var, tırnakları insanlarınki gibi düz ve ilk bakışta bile insanlardan uzak bir canlı olmadığı görülebiliyor. Fosil şimdiye kadar genel incelemeye açılmadığı için, bu alanda çalışan çok fazla uzmanın henüz yorum yapacak kadar inceleme yapma fırsatı olmadığı belirtiliyor. Gelen diğer haberlere göre, bazıları, açıklanan tezlere de kuşkuyla bakıyor. Bu araştırmacılar, Ida'nın çok erken dönemde yaşamış bir primat olduğunu ama insanın oluşumundaki halkalardan biri olmadığını düşünüyor. Dünyanın önde gelen primat uzmanları, bir belgesele ve bir kitaba konu olan bu ortaya yeni çıkmış fosil etrafında dönen kampanyanın kendini şaşkına uğrattığını söylüyor. |
|
Türleşme ve insanın dünyadaki yeri Varlık zinciri, yeryüzündeki yaşam formlarını sınıflandırmak için öngörülen bir şemadır ve her canlı form bu sınıflama sisteminde biyolojik yapısı ve davranış örüntüsüne bağlı olarak belirli bir yeri işgal eder. 17. ve 18. yüzyıllarda bilim adamları, canlıları yaratıldıkları andan itibaren hiç değişmeyen varlıklar olarak görüyor ve canlılar arasında varolan ilişkiler dizgesinin de başlangıçta oluştuğunu ve öyle kaldığını ileri sürüyorlardı. Bu dizge içinde bitkiler en az mükemmel olan ve en alt basamakta yer alan yaşam formlarıydı. Hayvanlar ise bitkilerden sonraki halkaları oluşturuyordu. İnsan, doğal olarak yeryüzündeki yaratıkların en mükemmeli şeklinde görüldüğü için merkezi konumda tutuluyor, diğer canlılar da insana benzerlik derecelerine göre konuşlandırılıyordu; örneğin ölçeğin en alt basamağından yukarıya doğru çıkarken böcekleri sürüngenlerden daha aşağıya, sürüngenleri kuşlardan daha aşağıya, kuşları kurtlardan (memeli) daha aşağıya ve nihayet kurtları da maymunlardan daha aşağıya yerleştiriyorlardı. Bu merdivenin en üst basamağına da haliyle insan oturtuluyordu. Onun yeri meleklerin hemen bir basamak altı idi (Relethford, 1990). 17. ve 18. yüzyıl bilim adamları, öngördükleri varlık zinciri bir evrimsel şema sayılmasa da, canlılar dünyasını ilk kez bilimsel bir yaklaşımla ele almaları açısından önemli bir adım attılar. Bu yaklaşımın özünü de tanımlama ve sınıflama (taksonomi) oluşturur. Sınıflamacılar o yüzyıllarda doğal düzenin devamlı sabit olduğunu düşünmekte idiler. Onlara göre, her canlı organizma ayrı olarak yaratılmış; yapılarında hiçbir surette değişiklik olmamıştır. Bu nedenle, canlılar arasında yakınlık uzaklık diye bir şey söz konusu değildir. Ancak, doğadaki canlı yapılar incelendikçe ve listeye yenileri eklendikçe bazı sınıflamacılar artık ellerinde mevcut olan ölçeğin yeterli olmadığını ve canlılar dünyasının hiç de öyle doğaüstü açıklamalarla anlaşılamayacağı düşüncesini benimsemeye başladılar. Bu düşüncedeki bilim adamları, dünyayı canlılar ve cansızlar dünyası şeklinde daha evrensel bir bakış açısı içinde algılayabilen doğacı bir yaklaşım benimsediler. 18. yüzyıl bilim adamları çoğunlukla canlılar dünyasında olup biteni açıklama yoluna başvurmaktan ziyade, bu dünyanın sınırlayıcısı olma alışkanlığını sürdürdüler. İlk sınıflamacıların çalışmalarını temel alıp daha da geliştiren Carolus Linnaeus (Linne) (1707-1778) adlı İsveçli doğa bilgini kendi adıyla anılan ve farklı organizmaların ortak özellikleri esasına dayalı mertebelendirme sistemi'ni oluşturdu (Rosen, 1974). Bugün, bilim adamları hala Line'nin sistemini ve onun canlılar dünyası için öngördüğü ikili adlandırma (binomial) dizgesini kullanmaktadır. Her ne kadar sınıflama tekniğinin bilimsel anlamda gerçek öncüsü Linne olsa da, aslında bu bilgin öncesinde Aristo'nun da bir ölçüde canlıları sınıflama girişiminde bulunduğuna tanık oluyoruz; hayvanları üstünlük ve karmaşıklık derecesine göre bir hat üzerinde gösteren Aristo, bu evrim çizgisinin tepesine de insanı yerleştirmiştir. Linne'nin hiyerarşik sisteminde tüm yaşam formları -mikroorganizmalar, bitkiler ve hayvanlar- bir merdiven basamakları düzeninde ve belirli bir kurala göre yerlerini alırlar. Biyologlar, canlı organizmaları çok geniş ölçüdeki benzerliklerini temel alarak gruplandırırlar ve sistemin belirli bir yerine oturturlar. Her basamak bir üsttekinden daha az, bir alttakinden ise daha geniş kapsamlıdır. Örneğin Linne'nin hiyerarşik sistemini yansıtan şemaya göz attığımızda en üst kategorinin bitkiler ve hayvanlar diye iki ayrı alem tarafından temsil edildiğini görürüz. Hayvanlar alemi, süngerlerden insana kadar bütün çok hücrelileri içerir. Bunun hemen altındaki basamak ise şube olup kordataları yani omurga hizasında yer alan spinal kord'a sahip tüm balıkları, kurbağagilleri, sürüngenleri, kuşları ve memelileri içerir. Bu sisteme göre aşağı basamaklara indikçe her basamağın içerdiği organizma sayısı da azalır. Bu şekilde, örnegin bir şube sınıflara, sınıflar ailelere ve aileler cinslere onlar da türlere ayrılacak şekilde sistem öngörülmüştür. Doğadaki her canlı organizma cins ve tür olmak üzere ikili isimlendirme sistemiyle tanımlanır. Buna göre, insan cins olarak homo, tür olarak sapiens'tir. Bu bir bakıma günümüz insanının adı ve soyadı olmaktadır. Bir başka deyişle biyolojik kimliğimizdir. Dolayısıyla, tüm insan toplumlarını ilgilendirdiği için kültürel kimlikten çok daha geniş kapsamlı sayılır. Linne'nin mertebelendirme sistemine göre, insanın canlılar dünyasındaki yerini en genelden en özele doğru belirlemeye çalışalım (Buettner-Janusch, 1966; Rosen, 1974 ve Demirsoy, 1984): Alem: Hayvanlar (Animalia) Alt alem: Çok hücreliler (Metazoa) Şube: Kordata Alt şube: Omurgalılar (Vertebrata) Sınıf: Memeliler (Mammalia) Alt sınıf: Plasantalı memeliler (Eutheria) Takım: Primat Alt takım: Anthropoidea Üst aile: Hominoidea Aile:Hominidae Cins: Homo Tür: Sapiens Alt tür: Yaşayan ırklar Bu taksonomik sistem içinde her basamak bir takson olarak kabul edilir. Aslında, bu sisteme bağlı kalarak yalnız insan değil, tüm canlılar ırk düzeyine kadar indirilebilir. Bu taksonomik düzen olmasa canlılar dünyasında bir kaos yaşanır. Taksonomi, biyolojide farklı organizmalar arasındaki ilişkileri belirlemek için kullanılır. İlk bakışta basit gibi görünse de, hayvanlar dünyasındaki ilişki durumları aslında karmaşık bir yapı sergiler. Örneğin aşağıdaki canlıları ele alalım: dil balığı, yarasa, köpek balığı, kanarya, kertenkele, at ve balina. Şimdi bu hayvanları nasıl gruplandırabiliriz? İriliklerini göz önünde bulundurmak suretiyle sınıflandırırsak yarasa, kanarya ve kertenkeleyi "küçük" kategoride; köpek balığı ve atı "orta" kategoride; balinayı ise "büyük" kategoride değerlendiririz. Akla gelen bir başka yöntem ise bu hayvanları, içinde yaşadıkları ortama göre ele almaktır. Bu durumda, dil balığı, köpek balığı ve balinayı "suda"; yarasa ve kanaryayı "havada"; ve nihayet kertenkele ve atı "karada" yaşayan hayvanlar olarak gruplandırırız. Bir başka sınıflandırma türünde ise, bu kez köpek balığını apayrı bir kategoride öngörürüz; zira köpek balığının iskeleti kemik yerine kıkırdaktan meydana gelir. O halde, ele aldığımız ölçütlere bağlı kalarak canlıları farklı biçimlerde gruplandırabiliriz. Bugün geçerli olan taksonomik sisteme göre bu canlılar balıklar (dil balığı, köpek balığı), kuşlar (kanarya) ve memeliler (yarasa, at, balina) şeklinde sınıflandırılmıştır (Relethford, 1990). Taksonomik sistemde söz konusu edilen en küçük birim tür'dür. Tür sözcüğü her zaman canlılar dünyasındaki organizmaları tanımlarken kullanılmaz; aynı zamanda cansızlar dünyasında veya insan ürünü olan nesneleri gruplandırırken de kullanılır. Örneğin bir mineralog maden türlerinden, bir fizikçi nükleer enerji türlerinden ya da bir dekoratör masa ve sandalye türlerinden söz edebilir. Türün biyolojik anlamdaki tanımlaması Eflatun ve Aristo'ya kadar inebilir. Tür kapalı bir genetik birimdir. Herhangi bir türün gen havuzu, çevresi çok iyi tahkim edilmiş kaleye benzer; genelde bir başka türün gen havuzuyla birleşemez. Her türün kendine özgü genetik, ekolojik ve davranış sistemleri vardır. Bir türe mensup üyeler aralarında çiftleşerek üreyip, çoğalabilme potansiyeline sahiptirler (Mayr, 1974). Ancak, bu birleşme ve üremenin doğal koşullar altında olduğunu da unutmamalıyız. Bazı türler vardır ki, birbirlerine çok yakın olup, çiftleşmeleri halinde döl verebilirler. Bu alanda sık sık verilen örnek katırdır. Katır, daima dişi at ile erkek eşeğin birleşmesiyle elde edilen, dayanıklılığını eşekten, iriliğini attan almış melez bir hayvandır. Ne var ki, katır kısırdır; çünkü anne ve babası aynı türe mensup değildir. Dolayısıyla, bir katır elde etmenin tek yolu daima bir at ile eşeği çiftleştirmektir. Türü tanımlarken, türleşme sürecinin işleyiş mekanizmasını da gündeme getirmek yerinde olur. Geçmişte belirli bir zaman diliminde ortak bir ataya sahip olan iki tür düşünelim. Bir evrim ağacı çizdiğimizde, bu türlerden her birinin ayrışma eşiğini bu ağacın gövde ya da kolları üzerinde haliyle belirli bir noktada gösteririz. Ancak, bu konuşlandırma ile her şey çözülmüş sayılmaz; örneğin (A) türüne ait toplumlardan bazıları zamanla (B) türünün bazı toplumlarına doğru evrimleşirken, hangi aşamadan itibaren A türüne ait olmaktan çıkıp B türüne dahil olmaktadır? Türleşme sürecindeki bu durum, bir bakıma kendi türümüzün (Homo sapiens) evrimini izlerken de söz konusudur. Doğal engellerin ortaya çıkmasına bağlı olarak ana stoktan ayrı düşen herhangi bir canlı grup iklimi, bitki örtüsü, arazi yapısı ve hatta parazitleriyle değişik bir ortamda yaşamak durumunda kalır. Biyolojik uyumlar doğal ayıklanma denilen sürecin işleyişine göre şekillenir. Bir canlı grup, değişik yerel ekolojik koşullara uyum sağlarken, aynı zamanda genetik kökenli birtakım çeşitlenmeler de edinir. Bir topluluğun iki kolu coğrafi olarak ne kadar uzakta bulunuyorsa ve ekolojik koşullar açısından birbirinden ne kadar farklı ortamlarda yaşıyorsa bunların iki farklı alt tür olarak gelişme olasılıkları da o kadar fazladır. Böylece, gelecekteki türleşme sürecinin gerçekleşmesine de uygun zemin oluşmuş sayılır. Söz konusu gruplar arasındaki coğrafi engel çeşitli nedenlerden ötürü kalktığında, bu iki topluluk karşılaşma olanağı bulur; ancak artık aralarında çiftleşip üreme olanağı yoktur. Türleşmeyi doğrudan gözlemlemek olanaksızdır; zira bu süreç oldukça yavaş işler. Mayr'a göre (1974), tür oluşumu evrimde bir dirilme, gençleşme demektir. Bir canlı grubun genetik yapısındaki yeni bir düzenlenme, çevresiyle belirli bir denge kurmuş olan topluluğun gen havuzunu adeta alt üst eder. Bu durumda, ilgili topluluk ya farklı bir çevreye geçmek ya da içinde yaşadığı çevre ile farklı bir uyumsal ilişki kurmakla karşı karşıya kalır. Böylece, ortaya çıkan yeni topluluk, artık genetik yapısı ve davranış örüntüsüyle eskisinden farklı hale gelmiştir. Kaynak Metin Özbek Dünden Bugüne İnsan ISBN 975-533-302-9 |
|
Amadeus İzlemeyenlere şiddetle tavsiye derim http://www.imdb.com/title/tt0086879/ Tür : Dram / Müzik Yönetmen : Milos Forman Senaryo : Peter Shaffer Görüntü Yönetmeni : Miroslav Ondricek Müzik : John Strauss Yapım : 1984, ABD , 160 dk. Oyuncular F. Murray Abraham (Antonio Salieri) , Tom Hulce (Wolfgang Amadeus Mozart) , Elizabeth Berridge (Constanze Mozart) , Simon Callow (Emanuel Schikaneder) , Roy Dotrice (Leopold Mozart) , Christine Ebersole (Katerina Cavalieri) , Jeffrey Jones (İmparator Joseph II) , Charles Kay (Kont Orsini-Rosenberg) Mozart'ın yaşamı neredeyse müziğine zıt bir kutupta ilerlemektedir. Yeteneğini sergileme konusundaki mantıksız davranışları ve yaşamla kurduğu sağlıksız ilişki Antonio Salieri'nin sık sık kendisini ve Amadeus'u sorgulamasına neden olmaktadır. Diğerine göre çok daha disiplinli ve müzik konusunda hırslı olan Antonio, müziğin tanrısı kadar başarılı olamamaktadır. Bu düşünceler zamanla farklı bir ilişki kurmalarına neden olur... Müzik konusunda tanrısal bir yeteneğe sahip olan Amadeus Mozart ile Antonio Salieri'nin ilişkisine odaklı bir başyapıt. Sanat ile sanatçının kişiliği arasındaki ilişkiye odaklanan ve usta müzisyenin yaşamını, Salieri üzerinden anlatan bir klasik. < Resime gitmek için tıklayın > < Resime gitmek için tıklayın > < Resime gitmek için tıklayın > |
|
Şeytanla El Sıkışmak - Shake Hands with the Devil Bu filmi izleyin http://www.imdb.com/title/tt0472562/ < Resime gitmek için tıklayın > Raunda Soykırımı (Kaynak Wikipedia Katliamda öldürülenler için Tutsilere ait kafataslarının olduğu Nyamata Anıt Alanından oluşturulmuştur. Ruanda Soykırımı, Ruanda'da 1994 yılında yaklaşık üç ay içerisinde 800.000 civarında Tutsi ve ılımlı Hutu'nun, aşırı uç Hutular (Interahamwe) tarafından öldürülmesi olayıdır. I. Dünya Savaşı'nın ardından yönetimi Belçikalılara verilen Ruanda’da yaşayanların %90'ı Hutu, %9'u ise Tutsi idi. O güne kadar bir arada yaşayan Tutsi ve Hutular birbirlerinden çok farklı değildi. Afrika siyasetinde, yönetici ve yöneten unsurların birbirinden ayrılması prensibini uygulayan Belçikalılar bu politikayı Ruanda için kontrolün elde tutulmasının garantisi olarak gördüler ve bölgede bulunan azınlıktaki Tutsileri, Hutulara karşı desteklemek amacıyla ırka dayalı bazı ayrıcalıklar verdiler. Koloni güçlerine kolaylık olması amacıyla, herkese ırkını gösteren kimlikler dağıtıldı. Tutsi ve Hutuların aslında ortak olan dil-gelenek-etik geçmişleri ve kültürleri yok sayılarak, bir tür yapay ırksal ayrımcılığa başlandı. Belçikalı yöneticiler ayrımcılığı körüklemek amacıyla, işe alımlardan hastane kabullerine kadar bütün kararları ırksal farklılıklara göre almaya başladılar. Bu dönemde Tutsiler, Hutulara göre çok daha iyi yaşam şartlarına ve daha iyi işlere kavuştu. İnsanların hangi ırktan olduğuna karar verilirken bazı objektiflikten uzak ve akıl dışı ölçütler kullanılmıştır. Etiyopya kökenli olduğuna inanılan Nuh'un soyuna dayandırılan Tutsilerin daha ince yapılı ve narin bir görünüşe sahip olduğu iddia edilmiş ve uzun boy, güzel görünüm gibi fiziki özellikleri olanlar Tutsi sayılmıştır. Bunun yanında zengin olanlar, örneğin, 10 inekten daha fazlasına sahip olanlar da Tutsi olarak kaydedilmiştir. Daha sonra üniversiteler, eğitim ve sosyal olanaklar Hutulara neredeyse tamamen kapanmıştır. 1950'lere kadar Tutsileri Hutulardan üstün tutma siyaseti güden Belçika, bu tarihten sonra savaşın ardından özgürlükçü akımların güç kazanması üzerine, Hutuların üzerindeki baskıyı hafifletmiş, hatta zamanla, sayıca üstünlüklerinden ötürü Hutuları desteklemeye yönelmiştir. Bunun bir sebebi de, uzun vadede ülkedeki yönetimin seçimler aracılığı ile sayıca üstün Hutulara geçme olasılığının artmasıdır. Belçika, Ruanda’yı 1962’de bağımsızlığını kazanana kadar yönetmiştir. Bağımsızlık kazanılmasından sonra Hutu Özgürlük Hareketi yönetimi, tek parti iktidarı sırasında Hutu milliyetçisi bir politika izledi. 1964 ve daha sonra 1974'teki pogrom adı verilen olaylarda birçok Tutsi öldürüldü ya da sürüldü. Bu olaylar sırasında Tutsi öldüren Hutular devlet tarafından korundu. Tutsilerin nüfusa oranları olan %9 oranı bütün ülkede üst limit olarak tanımlanarak Parlamento başta olmak üzere tüm kurum ve kuruluşlardaki eğitimli Tutsiler işten çıkarıldı. 1980 yılına kadar komşu ülkelerdeki Tutsi nüfusu 500 binlere kadar ulaştı. Eğitimli ve kalifiye kişiler olmaları sebebiyle gittikleri ülkelerdeki önemli kadroları ele geçirerek ülkelerine dönüş için organize olmaya çalıştılar. Bu amaçla kurulan "Ruanda Yurtseverler Birliği" (RPF) Ruanda hükümetine baskı kurmaya çalıştı ancak politik bir çözüme varılamadı. Uganda'daki kamplarından çıkıp Ruanda'da hükümetle silahlı mücadeleye başladıkları 1 Ocak 1990'dan 1992'ye kadar bir iç savaş yaşandı ancak Ağustos'ta imzalanan ateşkesle geçici olarak savaş durduruldu. Bu sürede soruna "kalıcı çözüm" bulmak isteyen aşırı uçtan Hutular aldıkları kararları hayata geçirmeye kadar verdiler. En ücra köylere kadar her yerde Interahamwe adı verilen yerel yarı-askeri örgütler kurularak Tutsiler ve ılımlı Hutular fişlendi. Ülkenin ekonomisi silah alımına uygun olmadığı için Çin'e yüz binlerce satır siparişi verildi. Satır verilemeyenlere ise, sivri uçlu sopalar verilerek bunları yakında başlayacak olan "hamamböceği" (Hutuların Tutsilere taktığı ad) avında kullanmaları söylenmiştir. 6 Nisan 1994'te tarihin gördüğü en kanlı katliamlardan birisi radyoda yapılan anonslarla başlamıştır. Interahamwe üyeleri ellerindeki listelere bakarak, eğitimli Tutsi ve ılımlı Hutular başta olmak üzere kıyıma başladılar. Katliamlara şahit olan bölgedeki Kanada ordusuna bağlı bir komutan, bizzat Birleşmiş Milletler Sekreteri Kofi Annan'ı arayarak katliamı bildirmiş ve ne yapılması gerektiğini sormuş olmasına rağmen müdahale etmemesi emrini almıştır. BM Barış Gücü askerlerinin çekilmesi üzerine katliam daha da şiddetlenmiş, Hutu milisleri, neredeyse ellerine geçen her aletle, balta, bıçak, satır, taş ile Tutsileri öldürmeye başlamışlardır. Parası olan Tutsiler kurşun parası vererek, acısız ölümü satın alıyorlar, olmayanlar ise en acımasız şekilde öldürülüyordu. Öldürmekten yorulan Hutular, Tutsilerin kaçmasını önlemek maksadıyla aşil tendonlarını kesiyor, dinlendikten sonra katliamlarına devam ediyorlardı. Kilisede rahipler, hastanede doktorlar, ellerindeki Tutsileri cellâtlarına teslim ediyorlardı. Ceset saklanabilecek her yer cesetlerle dolmuş, cesetlere saldıran köpeklere sinirlenen Hutular, o dönemde neredeyse ülkedeki tüm köpekleri öldürerek yok etmişlerdir. Dünyadaki soykırımlara seyirci kalmayacağını söyleyen Fransa ve ABD gibi ülkeler, bölgeye müdahale etmemek için BM'de soykırım sözcüğünü içeren tüm önergelerde değişiklik isteyerek, belgelerden çıkartılmasını istemişlerdir. Katliam haberlerini alan RPF üyelerinin ülkenin doğusundan girip, katliamcılarla savaşarak başkente kadar ülkeyi ele geçirmesi üzerine o ana kadar bölgeye müdahaleden uzak durmaya çalışan Fransa, ani bir kararla, katliamı destekleyen ve o anda legal olarak tanınan Hutu hükümetine askeri yardıma başlamıştır. Bölgede hızla ilerleyen Fransız askerleri, Kigali'nin batısından Kongo'ya kadar olan bölgenin yönetimini ele geçirmiş ve oraya RYB askerlerinin girmesini engelleyerek, bölgedeki katliama müdahale etmemiştir. O ana kadar 600 bin insan öldürülmüşken, kendi sorumlulukları altındaki bölgede 200 bin kişinin daha öldürülmesine seyirci kalmışlardır. 100 gün içinde bölgede 800.000'e yakın insan öldürülmüş, 2.000.000 Hutu, Tutsilerin ve RYB askerlerinin öç almasından çekindiği için komşu ülkelere mülteci olarak sığınmış ve tüm devlet kurumları çökmüştür. Soykırımın nedeni olarak, Avrupa kaynaklı ırk temeline dayalı teoriler de öne sürülmektedir. Avrupa'da o dönemde, ırk üzerine düşünce üreten bazı çevrelerce, Ruanda bölgesinde yaşayan insanların, ari ırk ile aşağı ırk olarak kabul edilen zenciler arasında bir tür geçiş ırkı olduğu iddia edilmiştir. Bu yüzden Hutuların, Tutsileri gerçek Ruandalı olarak değil, kendilerini sürekli aşağılayan ve sömüren Avrupalıların ülkelerindeki işgalci akrabaları olarak değerlendirdikleri iddia edilmiştir. Bir başka neden olarak, özelikle Tutsi bölgelerinde kalan verimli tarım alanlarının Hutularca ele geçirilme isteği de gösterilmektedir. Zengin komşularının mallarını ele geçirmek isteyen Hutuların, özellikle Tutsileri öldürdükleri ve katliamın bir anda yayıldığı da düşünülmektedir. Katliamın acısının halk üzerinde yarattığı etkinin dindirilmesi amacıyla, halkın kendi kuracağı mahkemelerde alacağı kararların adli olarak tanınacağının bildirilmesi üzerine "halk mahkemeleri" (gacaca) üç'ten fazla insan öldürenleri yargılamış ve halk kendi cezasını kendisi vermiştir. 31 Mart 2005'te, Interahamwe'nın ardından kurulan Demokratik ve Özgürlükçü Ruanda Güçleri (FDLR), soykırımı kınayarak iç savaşa son verdiğini açıklamıştır. Fransa Eski Cumhurbaşkanı François Mitterrand O ülkelerde bir soykırım yaşanması o kadar da önemli bir şey değil’’ şeklinde açıklamada bulunmuştur. (Le Figaro, 12 Ocak 1998) |
buna nasıl karar verdiniz,sizi ne etkiledi gibi,
mesela ben kuranı okudum direk dini bıraktım,sizler.