Neden yaktı? Uzun uzun anlatmak isterdim. Ama "kitap"lar tutar. Doğum öncelerim, doğumum, bebekliğim, çocukluğum, delikanlılığım... hepsi var.
En iyisi ben, "nasıl yazıldığımı" değil de, "nasıl yakıldığımı" anlatayım. Hepsini değilse de bir küçük kesimini. En başta da "ne-den"ini. Daha doğrusu bir kesitini. Özet olarak:
Bana yazılanlar, "aydınlatmak" için de olur, "karartmak" için de. "İyi" de olur, "kötü" de. Ne yazılmışsa kalır. Korurum. Olduğu gibi. "Aydınlatma"m, dünyaları karanlık üstüne kurulu olanlann işine gelmez. Yazılıp bana "giz" olarak bırakılanlan olduğu gibi korur oluşum da. Gün olur ki bunlar, olguları, olayları dile getirir. Yalan dolan mı var, kalın kalın örtülü suçlar mı var? Bir bir ortaya çıkar benimle. Ant içmem, ama tanıklığımda gerçeği söylerim, işte bir de bu yüzden beni yakarlar. "Suç kanıtı' bırakmak istemeyen "cani'ler gibi. Ve bir de dinden imandan... "inançla ırzına geçilmiş kafalar"ın tümü bana, benim türüme; ters düştüğü sürece düşman.
"Yandım mevlam su..!"
Bakın şu piskoposa. N'aptım ben ona "Tann aşkına(!)"! Bi kötülük etmişim. Diş biliyor, "inancını bozmuşum"(2) Cübbesini toplamış, cin cin bakışlarla öfke dolu geliyor. Birşey yapacak. Eyvah yakacak! Ve alevler içindeyim. Bir yanım Yunan'dan gelmişti. Bir yanım Mezopotamya'dan gelmişti. Bir yanım Hint'ten, bir yanım Ye-men'den... Ne denli uğraşılmıştı yazılanm için. Onca çaba, onca kalem, onca kağıt (ya da deri), onca mürekkep, onca ışık ve oncak dü-
61
şünce demetleri uçup gitmişti dumanlanyla birlikte.(3)
Papazlarla "Sezar"lar elbirliği etmişlerdi. Beni yakmak için. Neden ki, aynı şeylere karşı aynı şeyleri koruma çabasındaydılar.
Tek tek verdiler alevlere. Yığın yığın da. "Kitaplık" dedikleri yerimle yurdumla birlikte de... Dizi dizi uygarlıklar... Kül olup gitmişti.
"Eski çağların kitapları değil mi, varsın yansın!" denebilir mi? Voltaire de "eski çağların kitaplarTnı değersiz bulur. Ama türümün "boşinançlar kanalizasyonlarını. "Kutsal kitap" denenleri. "Hiç birinden ne fiziğe, ne de tarihe ilişkin tek doğru olsun öğrenemezsiniz. Bugün küçücük bir fizik kitabı bile, eski çağların bütün kitaplarından daha yararlıdır." (4) der. Şu sözlerin ardından: "Mısırlılarla Fenikelilerin kitapları kaybolmuştur. Çinliler, Brahmanlar, Mecusiler, Yahudiler ise, kendi (kutsal) kitaplarını kaybolmaktan korumuşlardır. Bütün bu yapıtlar, garip anıtlardır, ama hepsi de insanoğlunun hayalinde kurduğu anıtlar..." (5) yine de kalkıp "bunlar yakılsın" demez.
lbn Haldun'a kulak verelim:
"Bilimler çoktur. İnsan toplumları içinde çok sayıda, bilgeler, bilginler gelip geçmiştir. Bize ulaşamayan bilimler, bize ulaşanlardan çok daha kabarıktır. Tann hoşnut olası Ömer'in "fetih" sırasında (özellikle iskenderiye ele geçirildiğinde) yokedilmesini buyurduğu o bilim belgeleri nerede, var mı şimdi? Kaidelilerin, Süryanlann, Babillerin bilimleri, o çağda ortaya konan yapıtlar, belgeler, çalışma ürünleri nerede? Nerede eski Mısırlıların ve daha öncekilerin bilim ve kültür ürünleri? Bize bilim ve kültürü ulaşan, sadece bir toplum olmuştur ki o da Yunan'dır..."(6)
Sevgilim, büyük araştırmacı lbn Haldun! Ne çok sormuşsundur: "Nerede, nerede?" diye.
-"Nerede onca uygarlıktan kalması gereken beyin ürünleri?! Arıyordun sürekli.
Hani çok gençtin, ispanya'da. Binlercemin bulunduğu yurtlarımdan birindeydin. Coşkuyla dalıvermiştin sevgililerin içine. "Aradığımı bulacağım" diyordun. Mutluluğun doruğunda, şehvetle dokunuyordun herbirime. Okşuyordun. En vurulduğun sevgilinin en bayıldığın yerlerini okşarcasına kendinden geçiyordun. Birimi bırakıp öbürüme yöne-liyordun. Ve herbirim, el ederek, göz kırparak çağırıyordu seni:
- Gel, bana da gel bak.
62
Hemen koşup bakıyordun. Satırlar, sayfalar... Ve arıyordun. Ve soruyordun:
Sevgilim! Benimleydi aradıkların. "Din" ve "Tann" aşkına yakılan ateşin içinde. Orada, burada, şurada. Ve iskenderiye Kütüphane-si'nde... Sen de anladın araştırmaların sonunda. Ya bir de gözlerinle görseydin o tüyler ürpetici durumu!
Hamamlara yakıt yapmışlardı beni.
"iskenderiye Kütüphanesi". Yüzyıllar içinde damla damla biriktiğim, havuz olduğum, göl olduğum, deniz olduğum, okyanus olduğum ve yüzbinleri, milyonu bulduğum yurdum. Bir kesimim (Serapi-um) yakıldı.(7) Yeniden denizleşip okyanuslaşma. Ve işte yeniden yakmaya gelen yeni düşman. Bu kezki müslüman: İslam'ın asıl kurucusu Halife Ömer. "Fetih" sırasında buyruğu verir:
-"Yakılsın!" Gerekçesi de var:
-"Bu kütüphanedeki kitapların içindeki bilgiler Kur'an'da varsa, bunlara gerek yok. Kur'an'da yoksa, bunlar geçerli değil, öyleyse ne duruyor, yakılmalı!"
Mısır Fatihi Amr lbnü'1-As da buyruğu yerine getirtmişti:
Tarihler yazar:
"O sırada, kütüphanenin kitapları hamamlara dağıtıldı. Yakıt olarak kullanıldı. Kitaplar o denli çoktu ki, uzun süre hamamlar -oduna gerek kalmadan- bu kitaplarla ısıtıldı." Yazılanlar uzun. Ama böyle özetlenebilir.(8)
Ve "reddiye"ler başlıyor:
"Şûrây-ı Devlet Muavinliği'nden mütekaid Mehmet Mansur" eğiliyor konu üzerine. Döşeniyor:
Meşhur iskenderiye Kütüphanesi'nin güya ehl-i islâm tarafından
63
ihrâk edilmiş (yakılmış) olduğuna dâir hikâye-i mâlûmenin kizb mahs (tümüyle yalan) olduğu..." diye başladığı kitabında, kütüphanenin müslümanlar kesiminden yakıldığı yolunda ileri sürülenleri çürütmeye çabalıyor. Bu yolda yazılanları, "îslâm aleyhine ortaya atılan iftiralar" diye niteliyor. (9) Buna göre, îbnü'l Kıftî'den, îbn Haldun'dan Kâtib Çelebi'ye varana dek bu konuya yer verenlerin tümü, "İslam'ın aleyhinde bulunmak için iftira" ediyorlar. Mehmet Mansur'u kaynak alan A.Adnan Adıvarda, "Bu kütüphane yakılması ispaü kabil olmayan bir efsanedir" diyor. Bu yoldaki "rivayet"in, Batı ve Doğu kaynaklarına Hristiyan tarihçi Ebu'l-Ferec'in kitabından geçtiğini, sonra şunları yazıyor: "Eğer bu rivayet doğru olsaydı, İslâm'da dinle ilmin çatışması sayılabilirdi. Halbuki Doğu kaynaklarında ilk defa bu vak'aya dair Abdullatif Muvaffakuddin Ibnü'l-Lebbad (1162-1231) adlı Bağdat'lı bir müslüman bilgin ve hekimin Mısır tarihinde tek bir satır vardır ki, ondan sonra Arap tarihlerindeki, mesalâ Îbnül-Kıftî'nin (1173-1248) tarihindeki bilgilerin kaynağı hep bu satır olsa gerektir.Yazık ki Kâtip Çelebi de bu rivayeti olduğu gibi, fakat kaynak göstermeksizin üzerinde işliyerek Mizanu'1-Hak isimli kitabına geçirmiştir..." (10) Adıvar'ın kaynak aldığı Mehmet Mansur, konuyu yazanların, "Kütüphanede ne kadar kitap bulunduğunu, bu kitaplarla kaç hamamın ne kadar süre yandığını"da ayrıntılarıyla yazdıklarım yazıyor. Ve bunların çok "yaygın biçimde" yazılageldiğini belirtmekten kendini alamıyor. (11) Adıvar'ın ileri sürdüğü gibi, "kaynak", hep o sözünü ettiği "tek bir satır" olsaydı bu denli ayrıntılar ve yaygınlık bulunabilir miydi? Hele "tarihteki bilgileri doğru değerlendirme'nin" "bilim"ini yaratmış olan Ibn Haldun'un böylesine bir yanlışa düşmesi, yani uydurma bir "rivayet"i, gerçek görüp öyle göstermesi nasıl düşünülebilir? Adıvar, İskenderiye Kütüphanesi'nin "Serapium" adı verilen bölümünün, Hris-tiyanlığın IV. yüzyılında Piskopos Theophilos tarafından yaktınldığı-nı, onun için Halife Ömer tarafından yaktırılmış olamayacağını, "önce kütüphanenin VII. yüzyıla kadar durduğunu ispat etmek gerektiğini" yazmakta.(12)
Oysa kolayca düşünülebilir ki, kütüphanenin bir kesiminin yakılmış olması, ne tümünün ve bütün kitapların yakıldığı anlamına gelir; ne de ortam bulunduğunda kitapların birikmesini, kütüphanenin yeniden eski zenginliğine ulaşmasını önler. Hristiyanlık bilimin, düşünce-
64
nin karşısında olmuştur, bu yadsınamaz. Bir piskopos da kalkıp kütüphanenin bir kesimini ya da bir kesim kitaplan yaktırmış olabilir. Ama unutulmamalı ki, bir süre sonra Hristiyanlık da kendi ilkelerini savunmak ve kendini ayakta tutmak için "akıl" ve "bilim"le -ırzına geçerek de olsa- uzlaşma yolunu seçti. Bunu, herkesle birlikte Adıvar da yazar. Şöyle dilegetirir:
"Bu din de, o vakit insan aklının ve mantığının en büyük eseri olan Yunan felsefesiyle temasa gelmek zorunda kalıyordu. Ya bu felsefeyi tamamiyle reddedecek, yahut onunla uzlaşacaktı, işte ///. yüzyıldan itibaren gelişmeye başlayan "patristik" felsefe, yani kilise babalarının felsefesi, bu uyuşma zemini üzerinde yerleşti."(13)
Adıvar, bu konuda "ilk adım"ı, iskenderiyeli Origenes'in attığını da belirtir.(14) Ne var ki, bir başka zaman, Theophilos'un, iskenderiye Kütüphanesi'nin bir kesimini yaktırdığı dönemde, "Hristiyanlığın bilime düşman olduğunu" da yazmayı unutmaz.(15) Oysa Hristiyanlık da, öbürleri de, "bilim"in "düşman"ı olmaktan hiçbir zaman geri durmamışlardır temelde. Ama hemen her zaman, "dost" görünme gereğini duymuşlardır.
Kısacası: İskenderiye Kütüphanesi'ni yakma suçunu işledikten sonra Hristiyanlar Müslümanlara, Müslümanlar da Hristiyanlara atmaktalar:
- Siz yaktınız!
- Hayır, yakan biz değiliz, sizsiniz!
- Siz!
Durun durun! Bu onur(!) ikinizin de! İkiniz de yaktınız beni. İnsanlığın beynini. Yakıp yokettiniz. Tüm "din"ler, hepiniz, işine gelmeyenleri yakmak, yoketmek; özellikle size vergi. Bir kentte, bir yerde değil; çağlar boyu, her yerde işlediniz bu "şerefli cinayet"i.
Ve siz ey "cemaat-i müslimîn"! Kendi kutsal kitabınızı, Kur'an'ı da yakmadınız mı? Bir kez Affan Oğlu Halife Osman'ınız, bir kez de Hakem Oğlu Mervan'ınız eliyle... (16) Bu yakmalar, yoketmeler nedeniyle değil mi ki. Knr'an'ın orijinali dünyanın hiçbir yerinde bulunamıyor. Bunu, bugün ateşli islâm savunurlarından Dr. Subhi e's-Salih de araştırmalarında belirtmek zorunda kalıyor.(17)
Hiç sona ermemiştir beni yakma alışkanlığınız.
65
işte 21. yüzyıla yaklaşırken sergilenenlerden bir örnek:
29 Eylül 1984. İstanbul'da Sheraton Oteli. Üçüncü İslâm Konferansı Tıp Kongresi. Kongrenin ikinci günü.
öğle namazı saatinde delegelerden biri kürsüye çıkıp ezan okuyor.
Ardından, Birleşik Arap Emirlikleri delegesi Abu Dabili Doktor Selim Ahmet Ali el Yufâî, getirilen bir "tıp kitabı"nı, bir tepsi üzerinde yakıyor. Gerekçe: "Bu kitap, islâm tıbbim kötülemiştir." (18)
Molla doktor, beni böyle yakarken çok mutlu. Başlığı, kafasının içindekine uygun bir ilkellikte. Başlığının altından sarkan ve suratının çirkinliğini örtemeyen örtünün arasından yüzünü çıkarmış, sırıtıyor. Ve konuşuyor:
-"Bu kitabı yakmakla Batı'dan intikam aldım." Molla doktorun daha da geniş açıklaması şöyle:
-"Son iki yıldan beri ben ve arkadaşlarım bu kitabı, İslâm kongrelerinde yakmayı kararlaştırmıştık. İlk defa burada yakılıyor bu kitap. Arkadaşlarım bunu, benim niye Avrupa'da, Mekke'de, Kahire'de yakmadığımı sordular. Ben de İstanbul'da yakacağım dedim. Kitabı İstanbul'da yakmamın üç nedeni var: En önemlisi: istanbul halifeliğin, Fatih Sultan Mehmed'in başşehri. Avrupa medeniyeti, halifeliği ortadan kaldırarak, İslâm'ın bölünmesini buradan başlatmıştır, ikinci neden: 1527'de Avrupalı doktor Paracelsus, İsviçre'nin Basel kentinde İbni Sina'nın "Tıbbın Kanunları" adlı kitabını ve öteki kitaplarını toplayarak yaktı, (...) Ben de bu kitabı yakmakla Ibni Sina'nın intikamını bu rada almış oluyorum. Onun kitabını 400 yıl önce yakmışlardı. 400 yıl sonra intikamını aldım. Şunun için: Batıyla, Batının tıp alemiyle hiçbir ilişkimiz kalmasın. Sembolik olarak yaktım. Üçüncü neden: Batı âlemi, Türkiye'nin Batı ülkesi olduğunu ve islâm birliği içinde yer almadığını düşünüyor. Ben bu kitabı istanbul'da yakarak meş'aleyi başlatmış oldum..."(19)
Molla doktorun bu açıklaması, beni yakışından çok daha tüyler ürpertici değil mi?!
Molla doktor ve yolunda olanlar isterler ki, "modern tıp", "çağdaş tıp" yerine "Tıbbu'n-Nebevi (Peygamberin doktorluğu)" egemen olsun her zaman. Ne acı ve ne düşündürücüdür ki, "Batı uygarlığı"nı, 'çağdaş uygarlığı", ulaşılması gereken bir hedef olarak gösteren Ata-
66
türk Türkiyesi'nde, Batılılar topluluğunda yer almayı amacladüdannı söyleyip duranların döneminde sergileniyor bunlar. Molla doktor, "ce-saref'ini nereden almıştır dersiniz?
Buharî'nin de yer verdiği "Tıbbu'n-Nebevî"den:
"Herhangi birimizin (su ya da yemek) kabına sinek düştüğünde, o kimse, o sineğin tümünü (kabın içine) daldırsın. Sonra da kaldırıp atsın. Çünkü sineğin bir kanadında şifa, öbür kanadında hastalık vardır." (Buharı, Tecrid, hadis no: 1941.)
"Bu kızı okutun. Buna göz değmiştir." (Buharî, Tecrid, hadis no: 1933.)
Molla doktor, ingiltere'de 7 yıl öğrenim görmüş, Abu Dabi'de de kulak burun boğaz dalında cerrahlık yapıyor olmuş bulunsa da "müs-lüman kuşaklann, çocuklann tıp bilimindeki gerçekleri ve öğretileri Batıdan değil, islâm âleminden ve Kur'an'dan kaynak edinerek öğrenmeleri gerektiğini" savunuyor. Ve sözkonusu "tıp kitabı" için "bu kitabı, büyük bir mutlulukla ve severek yaktım" diyor.
Ve Türkiye Cumhuriyeti bakanlan arasındaki molla doktorlar: Bilir misiniz bunlar beni nasıl yakmaktalar!!!
Demirtaş Ceyhun'un bir yazısı: Başlığı: "Haydin Kitap Yakmaya!"
Yazıyor:
"3 Eylül 1984 günlü Cumhuriyet gazetesindeki haberi okuyunca, gerçekten sözcüğün tam anlamıyla dondum kaldım. Kolay kolay inanılır şey değil. Dehşet verici. Turizm ve Kültür, Bakanı Mükerrem Taşçıoğlu, bakanlığınca 1978-1979 yıllannda bastınlmış 100 bin kitabın yakılarak yokedilebilmesi için mahkeme kararının beklendiğini açıklıyordu haberde.
Evet evet Yüz bin kitabın yakılarak yokedilmesi için mahkeme karannın beklendiğini açıklıyordu sayın bakan. Çünkü bu kitaplar için birtakım ihbarlar gelmişti bakanlığa ve bakanlık içinde oluşturulan bir kurul, kitaplan incelemiş ve hepsini 'zararlı' bulmuştu. Dolayısıyla bu kitaplar yok edilmeliydi. Ne var ki, yok edilmek üzere SEKA'ya gönderilen bu yüz bin kitabı, SEKA yöneticileri de yakmaya cesaret edememişlerdi. Böylesine çağdışı bir uygulama için ırjahkeme karan istiyorlardı, işte sayın bakan da, şimdi bir mahkeme karan beklediklerini açıklıyordu kamuoyun
67
Allah aşkına, yirminci yüzyılın son çeyreğinde, birazcık uygarımla tanışış bir toplumda böylesi bir haberi okuyup da donuX-mayacak bir kişi düşünülebilir mi?(20)"
Bugünkü savunurlar “inkar”yoluna gitme geregi duyuyorlar. Bugün bu suç işleyenleri savunacak kimseler de çdcacak mı? Suçu işleyeni utanmadan, göğüslerini gere gere işliyorlar. Utanmak ve S" etmekse savunurlarına düşüyor. Ne şaşılası şeydir bu'
Çağdaşlık yansını benimseyenler bulunduğu gibi, çağdışılık yolunu benimseyenler de olur. ikinci yolun yolcuL be^ "muL«S-rarlı) bulur ve yasasına da yaslarlar. Bir toplumda bunlar egmTnse t lenır bu suç her zaman. Yüzbinlercemi yüzünün akıyla (.) Sere sunan sayın bakan da nice benzerleri gibi bu yolda bir lihrlan
Tarıh, yakılmama ilişkin öykülerle dolu.
Tevfîk Fikret'in şu ünlü dizelerini kim bilmez:
"Beşerin böyle dalâletleri (sapıklıkları) var:
Putunu kendi yapar, kendi tapar."
Ben de derim ki:
"Beşerin böyle dalâletleri var:
Beni hem kendi yazar, hem de yakar!"
Martı
Kasım 1987, Sayı 1
68
DİPNOTLAR
(1)Aziz Günel, Sûryanca olduğunu belirtir. Sûryanca'da Ktobo (Bkz. Aziz Gü-nel, Türk Süryaniler Tarihi, Diyarbakır, 1970, s.48.)
(2)I. Halife Osman döneminde Kur'an resmi "mushaf' durumuna getirildikten sonra, derlemeye esas olan belgeler ve resmi olmayarak yapılmış derlemeler; Hakem Oğlu Mervan döneminde de ilk yapılan resmi derleme, Hafsa'nın sandığmdan alınarak yakılmıştır, "inançları bozmasın" diye. (16 ve 17 nolu notlara bkz.) iskenderiye Kütüp-hanesi'nin bir bölümünün Hıristiyanlar, daha sonra birikenlenyle birlikte tamamının Müslümanlar tarafından yakılması da "inana bozuyor, bozar" kaygısına dayalıydı, (ilgili notlara bkz.) Ünlü kilise babalarından, aynca "filozof da sayılan Saint Thomas, "inancı bozan"lann, "ölüm"le mahkum edilişlerinin çok doğal olduğunu anlatırken, "inancı bozma"yt "parayı bozma"yla, "kalpazanlıkla bir tuttuğunu söyler. (Bkz. Albert Bayet, Dine Karşı Düşüncenin Tarihi, çev. Cemal Süreya, s. 56-57) Tarih boyunca dinler inançlan bozulmasın diye suçlu bulduklarını ağır cezalara çarptırmaktan, yoketmek-ten geri durmamışlardır.
(3)Tarihlerin yazdığına göre, 390 yılında, iskenderiye'de en az, 400 bin cilt kitap birikmişti. Buradaki kütüphanenin Serapium adı verilen kesimi. Piskopos Theophilos tarafından yaktınlmıştı. (Bkz. A. Adnan Adıvar, Tarih Boyunca ilim ve Din, istanbul, 1969, s. 98,103).
(4)Voltaire, Felsefe Sözlüğü, çev. Lütfı Ay, istanbul, 1977, n, s.127,
(5)Voltaire, ay-yapıt, II, s. 126-127
(6)Ibn Haldun Mukaddime, çev. Turan Dursun, Ankara, 1977,1, s. 130.
(7)Kimileri, bu kütüphanenin tümünün yakıldığını ileri sürerler. Bunu ileri sürenler Müslümanlar. Ama Adnan Adıvar, kütüphanenin Serapium adlı bölümünün Hıristiyanlarca yakıldığını belirtir. (3 no.lu nota bkz.)
(8)Doğu ve Batı kaynaklannda yer alır. Mehmet Mansur da, iskenderiye Kütüphanesi adlı, "reddiye" niteliğindeki kitabında aktanr. (Bk. istanbul, 1300, s. 54 ve öt.)
(9)Bkz. Mehmet Mansur, iskenderiye Kütüphanesi, istanbul, 1300, s.2,53 ve öt.
(10)Adnan Adıvar, Tarih Boyunca ilim ve Din, s. 103.
(11) Bkz. Mehmet Mansur, aynı kitap, s. 59-60.
(12) A.Adnan Adıvar, aynı yer.
(13) A.Adnan Adıvar, aynı kitap, s. 97.
(14) A.Adnan Adıvar, aynı kitap, s. 97-98.
(15) A.Adnan Adıvar, aynı kitap, s. 98.
(16) Halife Osman döneminde Kur'an'ın ikinci kez derleme ve "resmi mushaf' işi
69
bitirildikten sonra, bu mushafa esas olanlar ve bu mushafın dışında kalan derlemeler, tümüyle yakıldı. Yalnızca Hafsa'nın sandığından alınmış olan birinci derleme Haf sa'ya geri verildi. Yakma buyruğunu veren de, Halife Osman'dı. (Bkz. Buhârî, Kitabul-FedâU, Bab: 1-2.) Yakılmaktan kurtulmuş olan Hafsa'daki "mushaf'da, Emevi halifelerinden Hakem Oğlu Mervan tarafından yaktırıldı. Hafsa'nın ölümünden sonra. Gerekçe: "Yakılmamı; olsa, kuşkulara yol açar." (Bkz. Ibn Ebi Dâvud, Leiden, 1937, yay. Arthur Jef-fery, s.24) Bu yakmalar müslümanlann imanını bozulmaktan kurtarmak içindi.
(17) Resmi mushafa temel olan orijinaller yakıldığı için bulunamıyor. Aynca Osman döneminde meydana getirilen ve birkaç nüsha yazılan resmi mushafm orijinali de yok. Dr. Sübî e's-Salih, "Osman döneminin mushaflan şimdi nerede? sorusunu soruyor ve bu soruya bir karşılık verilemeyeceğini yazıyor. (Bkz. Dr Subhî e's-Salih, Mebâhis Fi Ulûm i-Kur'an, s.87.
(18) Bkz. 30 Eylül 1984 günlü Cumhuriyet gazetesi, 1 Ekim 1984.
(19) Bkz. Cumhuriyet gazetesi, 1 Ekim 1984.
(20) Demirtaş Ceyhun, Gösteri dergisi Ekim 1984; Can Çekijen Kitap, Cem Yay.,s.l06.
Marti
Kasım 1987, Sayı 1
...
DH forumlarında vakit geçirmekten keyif alıyor gibisin ancak giriş yapmadığını görüyoruz.
Üye olduğunda özel mesaj gönderebilir, beğendiğin konuları favorilerine ekleyip takibe alabilir ve daha önce gezdiğin konulara hızlıca erişebilirsin.
eğer başlığı "müslümanların bilimle imtihanı" olarak değiştirmiş olsaydım, evet plaket yerine bişeylerini vermiş olurlardı. özetle okumanız için birkaç etiket cümle: müslüman, iskenderiye kütüphanesi, hz.ömer ve islam gaddarlığı, hristiyanlığın bilime bakışı, cahillik.
NASIL YAKILDIM?
"Kitap" derler bana. "Sami" dillerde.(l)
Doğum yerim: Doğa.
Anam: Doğa.
Babam: insan. Bir anlamda.
Bir başka anlamdaysa, onu ben yarattım.
Bir maymunsuydu daha, ben olmasaydım.
O da beni yarattı. Yazdı. Ama yaktı da.
Neden yaktı? Uzun uzun anlatmak isterdim. Ama "kitap"lar tutar. Doğum öncelerim, doğumum, bebekliğim, çocukluğum, delikanlılığım... hepsi var.
En iyisi ben, "nasıl yazıldığımı" değil de, "nasıl yakıldığımı" anlatayım. Hepsini değilse de bir küçük kesimini. En başta da "ne-den"ini. Daha doğrusu bir kesitini. Özet olarak:
Bana yazılanlar, "aydınlatmak" için de olur, "karartmak" için de. "İyi" de olur, "kötü" de. Ne yazılmışsa kalır. Korurum. Olduğu gibi. "Aydınlatma"m, dünyaları karanlık üstüne kurulu olanlann işine gelmez. Yazılıp bana "giz" olarak bırakılanlan olduğu gibi korur oluşum da. Gün olur ki bunlar, olguları, olayları dile getirir. Yalan dolan mı var, kalın kalın örtülü suçlar mı var? Bir bir ortaya çıkar benimle. Ant içmem, ama tanıklığımda gerçeği söylerim, işte bir de bu yüzden beni yakarlar. "Suç kanıtı' bırakmak istemeyen "cani'ler gibi. Ve bir de dinden imandan... "inançla ırzına geçilmiş kafalar"ın tümü bana, benim türüme; ters düştüğü sürece düşman.
"Yandım mevlam su..!"
Bakın şu piskoposa. N'aptım ben ona "Tann aşkına(!)"! Bi kötülük etmişim. Diş biliyor, "inancını bozmuşum"(2) Cübbesini toplamış, cin cin bakışlarla öfke dolu geliyor. Birşey yapacak. Eyvah yakacak! Ve alevler içindeyim. Bir yanım Yunan'dan gelmişti. Bir yanım Mezopotamya'dan gelmişti. Bir yanım Hint'ten, bir yanım Ye-men'den... Ne denli uğraşılmıştı yazılanm için. Onca çaba, onca kalem, onca kağıt (ya da deri), onca mürekkep, onca ışık ve oncak dü-
61
şünce demetleri uçup gitmişti dumanlanyla birlikte.(3)
Papazlarla "Sezar"lar elbirliği etmişlerdi. Beni yakmak için. Neden ki, aynı şeylere karşı aynı şeyleri koruma çabasındaydılar.
Tek tek verdiler alevlere. Yığın yığın da. "Kitaplık" dedikleri yerimle yurdumla birlikte de... Dizi dizi uygarlıklar... Kül olup gitmişti.
"Eski çağların kitapları değil mi, varsın yansın!" denebilir mi? Voltaire de "eski çağların kitaplarTnı değersiz bulur. Ama türümün "boşinançlar kanalizasyonlarını. "Kutsal kitap" denenleri. "Hiç birinden ne fiziğe, ne de tarihe ilişkin tek doğru olsun öğrenemezsiniz. Bugün küçücük bir fizik kitabı bile, eski çağların bütün kitaplarından daha yararlıdır." (4) der. Şu sözlerin ardından: "Mısırlılarla Fenikelilerin kitapları kaybolmuştur. Çinliler, Brahmanlar, Mecusiler, Yahudiler ise, kendi (kutsal) kitaplarını kaybolmaktan korumuşlardır. Bütün bu yapıtlar, garip anıtlardır, ama hepsi de insanoğlunun hayalinde kurduğu anıtlar..." (5) yine de kalkıp "bunlar yakılsın" demez.
lbn Haldun'a kulak verelim:
"Bilimler çoktur. İnsan toplumları içinde çok sayıda, bilgeler, bilginler gelip geçmiştir. Bize ulaşamayan bilimler, bize ulaşanlardan çok daha kabarıktır. Tann hoşnut olası Ömer'in "fetih" sırasında (özellikle iskenderiye ele geçirildiğinde) yokedilmesini buyurduğu o bilim belgeleri nerede, var mı şimdi? Kaidelilerin, Süryanlann, Babillerin bilimleri, o çağda ortaya konan yapıtlar, belgeler, çalışma ürünleri nerede? Nerede eski Mısırlıların ve daha öncekilerin bilim ve kültür ürünleri? Bize bilim ve kültürü ulaşan, sadece bir toplum olmuştur ki o da Yunan'dır..."(6)
Sevgilim, büyük araştırmacı lbn Haldun! Ne çok sormuşsundur: "Nerede, nerede?" diye.
-"Nerede onca uygarlıktan kalması gereken beyin ürünleri?!
Arıyordun sürekli.
Hani çok gençtin, ispanya'da. Binlercemin bulunduğu yurtlarımdan birindeydin. Coşkuyla dalıvermiştin sevgililerin içine. "Aradığımı bulacağım" diyordun. Mutluluğun doruğunda, şehvetle dokunuyordun herbirime. Okşuyordun. En vurulduğun sevgilinin en bayıldığın yerlerini okşarcasına kendinden geçiyordun. Birimi bırakıp öbürüme yöne-liyordun. Ve herbirim, el ederek, göz kırparak çağırıyordu seni:
- Gel, bana da gel bak.
62
Hemen koşup bakıyordun. Satırlar, sayfalar... Ve arıyordun. Ve soruyordun:
- Nerede, nerede?
- Bir de bana bak!
- Yok işte, sende de yok.
- Bende olabilir.
- Yazık, sende de yok.
- Bana da bir göz at.
- Yok, yok, yok. Bulamıyorum. Nereye gitmiş bunlar? Nerede yitmiş bunca dünyalar? Düşünce dünyaları..?
Sevgilim! Benimleydi aradıkların. "Din" ve "Tann" aşkına yakılan ateşin içinde. Orada, burada, şurada. Ve iskenderiye Kütüphane-si'nde... Sen de anladın araştırmaların sonunda. Ya bir de gözlerinle görseydin o tüyler ürpetici durumu!
Hamamlara yakıt yapmışlardı beni.
"iskenderiye Kütüphanesi". Yüzyıllar içinde damla damla biriktiğim, havuz olduğum, göl olduğum, deniz olduğum, okyanus olduğum ve yüzbinleri, milyonu bulduğum yurdum. Bir kesimim (Serapi-um) yakıldı.(7) Yeniden denizleşip okyanuslaşma. Ve işte yeniden yakmaya gelen yeni düşman. Bu kezki müslüman: İslam'ın asıl kurucusu Halife Ömer. "Fetih" sırasında buyruğu verir:
-"Yakılsın!" Gerekçesi de var:
-"Bu kütüphanedeki kitapların içindeki bilgiler Kur'an'da varsa, bunlara gerek yok. Kur'an'da yoksa, bunlar geçerli değil, öyleyse ne
duruyor, yakılmalı!"
Mısır Fatihi Amr lbnü'1-As da buyruğu yerine getirtmişti:
Tarihler yazar:
"O sırada, kütüphanenin kitapları hamamlara dağıtıldı. Yakıt olarak kullanıldı. Kitaplar o denli çoktu ki, uzun süre hamamlar -oduna gerek kalmadan- bu kitaplarla ısıtıldı." Yazılanlar uzun. Ama böyle özetlenebilir.(8)
Ve "reddiye"ler başlıyor:
"Şûrây-ı Devlet Muavinliği'nden mütekaid Mehmet Mansur" eğiliyor konu üzerine. Döşeniyor:
Meşhur iskenderiye Kütüphanesi'nin güya ehl-i islâm tarafından
63
ihrâk edilmiş (yakılmış) olduğuna dâir hikâye-i mâlûmenin kizb mahs (tümüyle yalan) olduğu..." diye başladığı kitabında, kütüphanenin müslümanlar kesiminden yakıldığı yolunda ileri sürülenleri çürütmeye çabalıyor. Bu yolda yazılanları, "îslâm aleyhine ortaya atılan iftiralar" diye niteliyor. (9) Buna göre, îbnü'l Kıftî'den, îbn Haldun'dan Kâtib Çelebi'ye varana dek bu konuya yer verenlerin tümü, "İslam'ın aleyhinde bulunmak için iftira" ediyorlar. Mehmet Mansur'u kaynak alan A.Adnan Adıvarda, "Bu kütüphane yakılması ispaü kabil olmayan bir efsanedir" diyor. Bu yoldaki "rivayet"in, Batı ve Doğu kaynaklarına Hristiyan tarihçi Ebu'l-Ferec'in kitabından geçtiğini, sonra şunları yazıyor: "Eğer bu rivayet doğru olsaydı, İslâm'da dinle ilmin çatışması sayılabilirdi. Halbuki Doğu kaynaklarında ilk defa bu vak'aya dair Abdullatif Muvaffakuddin Ibnü'l-Lebbad (1162-1231) adlı Bağdat'lı bir müslüman bilgin ve hekimin Mısır tarihinde tek bir satır vardır ki, ondan sonra Arap tarihlerindeki, mesalâ Îbnül-Kıftî'nin (1173-1248) tarihindeki bilgilerin kaynağı hep bu satır olsa gerektir.Yazık ki Kâtip Çelebi de bu rivayeti olduğu gibi, fakat kaynak göstermeksizin üzerinde işliyerek Mizanu'1-Hak isimli kitabına geçirmiştir..." (10) Adıvar'ın kaynak aldığı Mehmet Mansur, konuyu yazanların, "Kütüphanede ne kadar kitap bulunduğunu, bu kitaplarla kaç hamamın ne kadar süre yandığını"da ayrıntılarıyla yazdıklarım yazıyor. Ve bunların çok "yaygın biçimde" yazılageldiğini belirtmekten kendini alamıyor. (11) Adıvar'ın ileri sürdüğü gibi, "kaynak", hep o sözünü ettiği "tek bir satır" olsaydı bu denli ayrıntılar ve yaygınlık bulunabilir miydi? Hele "tarihteki bilgileri doğru değerlendirme'nin" "bilim"ini yaratmış olan Ibn Haldun'un böylesine bir yanlışa düşmesi, yani uydurma bir "rivayet"i, gerçek görüp öyle göstermesi nasıl düşünülebilir? Adıvar, İskenderiye Kütüphanesi'nin "Serapium" adı verilen bölümünün, Hris-tiyanlığın IV. yüzyılında Piskopos Theophilos tarafından yaktınldığı-nı, onun için Halife Ömer tarafından yaktırılmış olamayacağını, "önce kütüphanenin VII. yüzyıla kadar durduğunu ispat etmek gerektiğini" yazmakta.(12)
Oysa kolayca düşünülebilir ki, kütüphanenin bir kesiminin yakılmış olması, ne tümünün ve bütün kitapların yakıldığı anlamına gelir; ne de ortam bulunduğunda kitapların birikmesini, kütüphanenin yeniden eski zenginliğine ulaşmasını önler. Hristiyanlık bilimin, düşünce-
64
nin karşısında olmuştur, bu yadsınamaz. Bir piskopos da kalkıp kütüphanenin bir kesimini ya da bir kesim kitaplan yaktırmış olabilir. Ama unutulmamalı ki, bir süre sonra Hristiyanlık da kendi ilkelerini savunmak ve kendini ayakta tutmak için "akıl" ve "bilim"le -ırzına geçerek de olsa- uzlaşma yolunu seçti. Bunu, herkesle birlikte Adıvar da yazar. Şöyle dilegetirir:
"Bu din de, o vakit insan aklının ve mantığının en büyük eseri olan Yunan felsefesiyle temasa gelmek zorunda kalıyordu. Ya bu felsefeyi tamamiyle reddedecek, yahut onunla uzlaşacaktı, işte ///. yüzyıldan itibaren gelişmeye başlayan "patristik" felsefe, yani kilise babalarının felsefesi, bu uyuşma zemini üzerinde yerleşti."(13)
Adıvar, bu konuda "ilk adım"ı, iskenderiyeli Origenes'in attığını da belirtir.(14) Ne var ki, bir başka zaman, Theophilos'un, iskenderiye Kütüphanesi'nin bir kesimini yaktırdığı dönemde, "Hristiyanlığın bilime düşman olduğunu" da yazmayı unutmaz.(15) Oysa Hristiyanlık da, öbürleri de, "bilim"in "düşman"ı olmaktan hiçbir zaman geri durmamışlardır temelde. Ama hemen her zaman, "dost" görünme gereğini duymuşlardır.
Kısacası: İskenderiye Kütüphanesi'ni yakma suçunu işledikten sonra Hristiyanlar Müslümanlara, Müslümanlar da Hristiyanlara atmaktalar:
- Siz yaktınız!
- Hayır, yakan biz değiliz, sizsiniz!
- Siz!
Durun durun! Bu onur(!) ikinizin de! İkiniz de yaktınız beni. İnsanlığın beynini. Yakıp yokettiniz. Tüm "din"ler, hepiniz, işine gelmeyenleri yakmak, yoketmek; özellikle size vergi. Bir kentte, bir yerde değil; çağlar boyu, her yerde işlediniz bu "şerefli cinayet"i.
Ve siz ey "cemaat-i müslimîn"! Kendi kutsal kitabınızı, Kur'an'ı da yakmadınız mı? Bir kez Affan Oğlu Halife Osman'ınız, bir kez de Hakem Oğlu Mervan'ınız eliyle... (16) Bu yakmalar, yoketmeler nedeniyle değil mi ki. Knr'an'ın orijinali dünyanın hiçbir yerinde bulunamıyor. Bunu, bugün ateşli islâm savunurlarından Dr. Subhi e's-Salih de araştırmalarında belirtmek zorunda kalıyor.(17)
Hiç sona ermemiştir beni yakma alışkanlığınız.
65
işte 21. yüzyıla yaklaşırken sergilenenlerden bir örnek:
29 Eylül 1984. İstanbul'da Sheraton Oteli. Üçüncü İslâm Konferansı Tıp Kongresi. Kongrenin ikinci günü.
öğle namazı saatinde delegelerden biri kürsüye çıkıp ezan okuyor.
Ardından, Birleşik Arap Emirlikleri delegesi Abu Dabili Doktor Selim Ahmet Ali el Yufâî, getirilen bir "tıp kitabı"nı, bir tepsi üzerinde yakıyor. Gerekçe: "Bu kitap, islâm tıbbim kötülemiştir." (18)
Molla doktor, beni böyle yakarken çok mutlu. Başlığı, kafasının içindekine uygun bir ilkellikte. Başlığının altından sarkan ve suratının çirkinliğini örtemeyen örtünün arasından yüzünü çıkarmış, sırıtıyor. Ve konuşuyor:
-"Bu kitabı yakmakla Batı'dan intikam aldım."
Molla doktorun daha da geniş açıklaması şöyle:
-"Son iki yıldan beri ben ve arkadaşlarım bu kitabı, İslâm kongrelerinde yakmayı kararlaştırmıştık. İlk defa burada yakılıyor bu kitap.
Arkadaşlarım bunu, benim niye Avrupa'da, Mekke'de, Kahire'de yakmadığımı sordular. Ben de İstanbul'da yakacağım dedim. Kitabı İstanbul'da yakmamın üç nedeni var: En önemlisi: istanbul halifeliğin, Fatih Sultan Mehmed'in başşehri. Avrupa medeniyeti, halifeliği ortadan kaldırarak, İslâm'ın bölünmesini buradan başlatmıştır, ikinci neden:
1527'de Avrupalı doktor Paracelsus, İsviçre'nin Basel kentinde İbni Sina'nın "Tıbbın Kanunları" adlı kitabını ve öteki kitaplarını toplayarak yaktı, (...) Ben de bu kitabı yakmakla Ibni Sina'nın intikamını bu
rada almış oluyorum. Onun kitabını 400 yıl önce yakmışlardı. 400 yıl sonra intikamını aldım. Şunun için: Batıyla, Batının tıp alemiyle hiçbir ilişkimiz kalmasın. Sembolik olarak yaktım. Üçüncü neden: Batı
âlemi, Türkiye'nin Batı ülkesi olduğunu ve islâm birliği içinde yer almadığını düşünüyor. Ben bu kitabı istanbul'da yakarak meş'aleyi başlatmış oldum..."(19)
Molla doktorun bu açıklaması, beni yakışından çok daha tüyler ürpertici değil mi?!
Molla doktor ve yolunda olanlar isterler ki, "modern tıp", "çağdaş tıp" yerine "Tıbbu'n-Nebevi (Peygamberin doktorluğu)" egemen olsun her zaman. Ne acı ve ne düşündürücüdür ki, "Batı uygarlığı"nı, 'çağdaş uygarlığı", ulaşılması gereken bir hedef olarak gösteren Ata-
66
türk Türkiyesi'nde, Batılılar topluluğunda yer almayı amacladüdannı söyleyip duranların döneminde sergileniyor bunlar. Molla doktor, "ce-saref'ini nereden almıştır dersiniz?
Buharî'nin de yer verdiği "Tıbbu'n-Nebevî"den:
"Herhangi birimizin (su ya da yemek) kabına sinek düştüğünde, o kimse, o sineğin tümünü (kabın içine) daldırsın. Sonra da kaldırıp atsın. Çünkü sineğin bir kanadında şifa, öbür kanadında hastalık vardır." (Buharı, Tecrid, hadis no: 1941.)
"Bu kızı okutun. Buna göz değmiştir." (Buharî, Tecrid, hadis no: 1933.)
Molla doktor, ingiltere'de 7 yıl öğrenim görmüş, Abu Dabi'de de kulak burun boğaz dalında cerrahlık yapıyor olmuş bulunsa da "müs-lüman kuşaklann, çocuklann tıp bilimindeki gerçekleri ve öğretileri Batıdan değil, islâm âleminden ve Kur'an'dan kaynak edinerek öğrenmeleri gerektiğini" savunuyor. Ve sözkonusu "tıp kitabı" için "bu kitabı, büyük bir mutlulukla ve severek yaktım" diyor.
Ve Türkiye Cumhuriyeti bakanlan arasındaki molla doktorlar: Bilir misiniz bunlar beni nasıl yakmaktalar!!!
Demirtaş Ceyhun'un bir yazısı: Başlığı: "Haydin Kitap Yakmaya!"
Yazıyor:
"3 Eylül 1984 günlü Cumhuriyet gazetesindeki haberi okuyunca, gerçekten sözcüğün tam anlamıyla dondum kaldım. Kolay kolay inanılır şey değil. Dehşet verici. Turizm ve Kültür, Bakanı Mükerrem Taşçıoğlu, bakanlığınca 1978-1979 yıllannda bastınlmış 100 bin kitabın yakılarak yokedilebilmesi için mahkeme kararının beklendiğini açıklıyordu haberde.
Evet evet Yüz bin kitabın yakılarak yokedilmesi için mahkeme karannın beklendiğini açıklıyordu sayın bakan. Çünkü bu kitaplar için birtakım ihbarlar gelmişti bakanlığa ve bakanlık içinde oluşturulan bir kurul, kitaplan incelemiş ve hepsini 'zararlı' bulmuştu. Dolayısıyla bu kitaplar yok edilmeliydi. Ne var ki, yok edilmek üzere SEKA'ya gönderilen bu yüz bin kitabı, SEKA yöneticileri de yakmaya cesaret edememişlerdi. Böylesine çağdışı bir uygulama için ırjahkeme karan istiyorlardı, işte sayın bakan da, şimdi bir mahkeme karan beklediklerini açıklıyordu kamuoyun
67
Allah aşkına, yirminci yüzyılın son çeyreğinde, birazcık uygarımla tanışış bir toplumda böylesi bir haberi okuyup da donuX-mayacak bir kişi düşünülebilir mi?(20)"
Yazı ve yakınma sürüp gidiyor.
Gecmisteki beni yaktirma cinayetini islemiş olanların suçlarını,
Bugünkü savunurlar “inkar”yoluna gitme geregi duyuyorlar. Bugün bu suç işleyenleri savunacak kimseler de çdcacak mı? Suçu işleyeni utanmadan, göğüslerini gere gere işliyorlar. Utanmak ve S" etmekse savunurlarına düşüyor. Ne şaşılası şeydir bu'
Çağdaşlık yansını benimseyenler bulunduğu gibi, çağdışılık yolunu benimseyenler de olur. ikinci yolun yolcuL be^ "muL«S-rarlı) bulur ve yasasına da yaslarlar. Bir toplumda bunlar egmTnse t lenır bu suç her zaman. Yüzbinlercemi yüzünün akıyla (.) Sere sunan sayın bakan da nice benzerleri gibi bu yolda bir lihrlan
Tarıh, yakılmama ilişkin öykülerle dolu.
Tevfîk Fikret'in şu ünlü dizelerini kim bilmez:
"Beşerin böyle dalâletleri (sapıklıkları) var:
Putunu kendi yapar, kendi tapar."
Ben de derim ki:
"Beşerin böyle dalâletleri var:
Beni hem kendi yazar, hem de yakar!"
Martı
Kasım 1987, Sayı 1
68
DİPNOTLAR
(1)Aziz Günel, Sûryanca olduğunu belirtir. Sûryanca'da Ktobo (Bkz. Aziz Gü-nel, Türk Süryaniler Tarihi, Diyarbakır, 1970, s.48.)
(2)I. Halife Osman döneminde Kur'an resmi "mushaf' durumuna getirildikten sonra, derlemeye esas olan belgeler ve resmi olmayarak yapılmış derlemeler; Hakem Oğlu Mervan döneminde de ilk yapılan resmi derleme, Hafsa'nın sandığmdan alınarak yakılmıştır, "inançları bozmasın" diye. (16 ve 17 nolu notlara bkz.) iskenderiye Kütüp-hanesi'nin bir bölümünün Hıristiyanlar, daha sonra birikenlenyle birlikte tamamının Müslümanlar tarafından yakılması da "inana bozuyor, bozar" kaygısına dayalıydı, (ilgili notlara bkz.) Ünlü kilise babalarından, aynca "filozof da sayılan Saint Thomas, "inancı bozan"lann, "ölüm"le mahkum edilişlerinin çok doğal olduğunu anlatırken, "inancı bozma"yt "parayı bozma"yla, "kalpazanlıkla bir tuttuğunu söyler. (Bkz. Albert Bayet, Dine Karşı Düşüncenin Tarihi, çev. Cemal Süreya, s. 56-57) Tarih boyunca dinler inançlan bozulmasın diye suçlu bulduklarını ağır cezalara çarptırmaktan, yoketmek-ten geri durmamışlardır.
(3)Tarihlerin yazdığına göre, 390 yılında, iskenderiye'de en az, 400 bin cilt kitap birikmişti. Buradaki kütüphanenin Serapium adı verilen kesimi. Piskopos Theophilos tarafından yaktınlmıştı. (Bkz. A. Adnan Adıvar, Tarih Boyunca ilim ve Din, istanbul, 1969, s. 98,103).
(4)Voltaire, Felsefe Sözlüğü, çev. Lütfı Ay, istanbul, 1977, n, s.127,
(5)Voltaire, ay-yapıt, II, s. 126-127
(6)Ibn Haldun Mukaddime, çev. Turan Dursun, Ankara, 1977,1, s. 130.
(7)Kimileri, bu kütüphanenin tümünün yakıldığını ileri sürerler. Bunu ileri sürenler Müslümanlar. Ama Adnan Adıvar, kütüphanenin Serapium adlı bölümünün Hıristiyanlarca yakıldığını belirtir. (3 no.lu nota bkz.)
(8)Doğu ve Batı kaynaklannda yer alır. Mehmet Mansur da, iskenderiye Kütüphanesi adlı, "reddiye" niteliğindeki kitabında aktanr. (Bk. istanbul, 1300, s. 54 ve öt.)
(9)Bkz. Mehmet Mansur, iskenderiye Kütüphanesi, istanbul, 1300, s.2,53 ve öt.
(10)Adnan Adıvar, Tarih Boyunca ilim ve Din, s. 103.
(11) Bkz. Mehmet Mansur, aynı kitap, s. 59-60.
(12) A.Adnan Adıvar, aynı yer.
(13) A.Adnan Adıvar, aynı kitap, s. 97.
(14) A.Adnan Adıvar, aynı kitap, s. 97-98.
(15) A.Adnan Adıvar, aynı kitap, s. 98.
(16) Halife Osman döneminde Kur'an'ın ikinci kez derleme ve "resmi mushaf' işi
69
bitirildikten sonra, bu mushafa esas olanlar ve bu mushafın dışında kalan derlemeler, tümüyle yakıldı. Yalnızca Hafsa'nın sandığından alınmış olan birinci derleme Haf sa'ya geri verildi. Yakma buyruğunu veren de, Halife Osman'dı. (Bkz. Buhârî, Kitabul-FedâU, Bab: 1-2.) Yakılmaktan kurtulmuş olan Hafsa'daki "mushaf'da, Emevi halifelerinden Hakem Oğlu Mervan tarafından yaktırıldı. Hafsa'nın ölümünden sonra. Gerekçe: "Yakılmamı; olsa, kuşkulara yol açar." (Bkz. Ibn Ebi Dâvud, Leiden, 1937, yay. Arthur Jef-fery, s.24) Bu yakmalar müslümanlann imanını bozulmaktan kurtarmak içindi.
(17) Resmi mushafa temel olan orijinaller yakıldığı için bulunamıyor. Aynca Osman döneminde meydana getirilen ve birkaç nüsha yazılan resmi mushafm orijinali de yok. Dr. Sübî e's-Salih, "Osman döneminin mushaflan şimdi nerede? sorusunu soruyor ve bu soruya bir karşılık verilemeyeceğini yazıyor. (Bkz. Dr Subhî e's-Salih, Mebâhis Fi Ulûm i-Kur'an, s.87.
(18) Bkz. 30 Eylül 1984 günlü Cumhuriyet gazetesi, 1 Ekim 1984.
(19) Bkz. Cumhuriyet gazetesi, 1 Ekim 1984.
(20) Demirtaş Ceyhun, Gösteri dergisi Ekim 1984; Can Çekijen Kitap, Cem
Yay.,s.l06.
Marti
Kasım 1987, Sayı 1
...
DH forumlarında vakit geçirmekten keyif alıyor gibisin ancak giriş yapmadığını görüyoruz.
Üye Ol Şimdi DeğilÜye olduğunda özel mesaj gönderebilir, beğendiğin konuları favorilerine ekleyip takibe alabilir ve daha önce gezdiğin konulara hızlıca erişebilirsin.