Rotamız Ege’ Bakan’ın önünde Çok içerlediğim ve garip bulduğum bu konuyu birkaç kez yazdım. Türk turizmcisine darbe vuran ve kendi turistimizi ellerimizle rakibimize veren “Yunanistan ve adalarına kapıda vize uygulaması” yetmezmiş gibi, İzmir Büyükşehir Belediyesi de “Rotamız Ege Adaları” sloganıyla, Türk turistleri Yunan adalarına götürebilmek için seferberlik başlattı. Alsancak’tan Midilli’ye, Çeşme’den Sakız’a, Seferihisar’dan Samos’a da Türk turistleri taşımaya koyuldu. Sadece taşımakla kalmayıp, Midilli adası için kapı vizesi uygulamasını da acentesi vasıtasıyla çözme işini üstlendi. ★★★ Vay, vay, vay..Hizmetin güzelliğine bakın.. Yunan yetkililer bile kendi adaları için bu kadar çaba harcamıyorlardır!.. ★★★ Tabii ki bu girişimlerden Türk turizmcileri ciddi şekilde rahatsızlar.Ege Turistik İşletmeler ve Konaklamalar Birliği (ETİK) ile Türkiye Otelciler Federasyonu (TÜROFED) belediyeye ciddi tepki gösteriyorlar. Yunan adaları kampanyasının sürmesi üzerine, ETİK Başkanı ve TÜROFED Başkan Yardımcısı Mehmet İşler, Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy’a benim yazımla birlikte bir mektup gönderdi. İşler mektubunda, son dönemde belediyeler ve yerel iştirakler aracılığıyla Yunan adalarına düzenlenen gemi seferlerinin ve kapıda vize kolaylıklarının sağlanmasının, sektör açısından ciddi kaygılara yol açtığını belirterek, şunları iletti: ★★★ Türk vatandaşlarımızın tatil tercihlerinin Yunan adalarına yöneltilmesi, yerli turizm hareketliliğini ve iç piyasayı zayıflatmaktadır.Bu durum, doğrudan otellerimizin doluluk oranlarına, restoran ve esnaf gelirlerine yansımaktadır. ★★★ Yunan adalarına taşınan her turist, konaklama, yeme-içme ve alışveriş harcamalarını ülkemizde değil, Yunan ekonomisinde yapmaktadır. Bu da ülkemiz için doğrudan döviz kaybına ve vergi gelirlerinde azalmaya yol açmaktadır.★★★ Yunan tarafında belediyelerin veya resmi kurumların benzer şekilde kendi vatandaşlarını Türkiye’ye yönlendiren bir uygulaması bulunmamaktadır. Karşılıklı olmayan bu uygulama, Türk turizmcisini tek taraflı olarak zor durumda bırakmaktadır.★★★ Belediyelerimizin “Rotamız Ege Adaları” gibi kampanyalar düzenleyerek kendi vatandaşlarını başka ülkelere yönlendirmesi, kamuoyunda da ülkemizin turizm markasına zarar verecek bir algı yaratmaktadır.★★★ ETİK Başkanı Mehmet İşler, sıkıntılı durumu anlattıktan sonra, önerilerini de sıraladı:Türk turizminin ve yerli işletmelerimizin korunması için; - Belediyelerin veya iştiraklerinin yurt dışına turist taşıma faaliyetlerinin sınırlandırılması.. - Kamu kaynaklarının ve desteklerinin, Türk destinasyonlarını tanıtmak ve cazip hale getirmek için kullanılması.. - Yunan adaları ile ilgili “kapıda vize kolaylıkları” gibi uygulamaların, ülkemiz turizmine etkileri göz önüne alınarak yeniden değerlendirilmesi hususlarında gerekli adımların atılmasının, hem sektörümüzün geleceği hem de ülke ekonomimiz için kritik önemde olduğuna inanıyoruz. ★★★ Anlayacağınız, Rotamız Ege Adaları konusunda son durum böyle..Bakalım Bakan Ersoy, turizmcilerin tepkileri ve talepleri doğrultusunda neler yapacak, nasıl tavır alacak ve bu mektubu nasıl değerlendirecek. OSMAN GENÇER |
Zengezur Koridoru’nda tarihi adım... ABD başta olmak üzere tüm dünyanın gelişmeleri yakından takip ettiği Zengezur Koridoru’nda bu cuma günü tarihi bir adım atılacak. Ayrıntılara geçmeden önce Orta Asya-Kafkasya-Türkiye-Avrupa arasında kesintisiz bir ulaşım zinciri kuracak olan koridorla ilgili genel bir perspektif sunalım: BÖLGESEL İŞBİRLİĞİ VE KALKINMA PERSPEKTİFİ - Koridor projesi, yalnızca altyapısal değil, siyasi ve ekonomik işbirliği boyutlarıyla da dikkat çekiyor. - Proje Türkiye ve Azerbaycan arasındaki bağları daha da perçinleştirecek. - Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti, yıllardır Ermenistan ile kapalı sınırlar ve İran güzergâhı üzerinden dış dünyaya açılmaya çalışıyordu; koridor sayesinde abluka benzeri durum ortadan kalkacak, Nahçıvan ekonomisi canlanacak . - Aynı şekilde Ermenistan da bu projeden dışlanmak yerine bir geçiş ülkesi olarak rol alırsa, bölgesel ekonomik entegrasyona dahil olabilecek. Nitekim son anlaşmada koridorun Ermenistan yasalarına tabi olması kararlaştırıldı ve Erivan yönetimi uluslararası yatırım ve transit gelirlerinden faydalanma şansı elde etti. - Bu durum, Güney Kafkasya’da kalıcı barış ve komşuluk ilişkilerinin gelişmesi için de bir fırsat penceresi açıyor. - Projede uluslararası konsorsiyumların yer alması, teknoloji transferi, yatırım ve know-how paylaşımı anlamına da geliyor. Örneğin, Türkiye’nin aldığı dış finansmanda Japonya, İsveç, Avusturya, İslam Kalkınma Bankası gibi aktörlerin payının bulunması, projenin çok taraflı bir işbirliği zemini olduğunu gösteriyor. Bu işbirliği ortamı, ileride başka bölgesel kalkınma projeleri için de model teşkil edebilir. ORTA KORİDORUN PARLAYAN HALKASI Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Abdulkadir Uraloğlu, Kars-Iğdır-Aralık-Dilucu Demiryolu Hattı’nın temelinin 22 Ağustos Cuma günü atılacağını duyurdu. 224 kilometrelik hat Zengezur Koridoru’nun önemli bir parçası. Bakan Uraloğlu da yaptığı açıklamada şu detaylara dikkat çekti: - “Hattımız yılda 5.5 milyon yolcu ve 15 milyon ton yük taşıma kapasitesine sahip olacak. - Kars-Iğdır-Aralık-Dilucu Demiryolunu, 224 kilometre uzunluğunda, çift hatlı, elektrifikasyonlu ve sinyalizasyonlu inşa edeceğiz. Projede 5 tünel, 19 aç-kapa tüneli, 3 viyadük, 10 köprü, 144 altgeçit, 27 üstgeçit ve 480 menfez yer alacak. Haberin Devamı - Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun üretim potansiyeli dış pazarlara daha hızlı ulaşacak, Akdeniz’in turizm potansiyeli artacak. - Bu hat, Trans-Hazar ve Kuzey-Güney koridorlarını güçlendirerek, Avrasya’nın tedarik ve lojistik ağlarını kuvvetlendirecek, Türkiye’yi bölgesel işbirliğinin merkezine yerleştirecek. - Güney Kafkasya’daki ekonomik işbirliğini artıracak Zengezur Koridoru’nun işlerlik kazanmasıyla birlikte Pekin’den Londra’ya kadar uzanan Doğu-Batı hattı daha verimli işleyecek. Orta Koridor’un demiryolu ve karayolu yük taşıma kapasitesi artacak. TÜRKİYE AÇISINDAN STRATEJİK KAZANIM Zengezur Koridoru ve onun ayrılmaz bir parçası olan Kars–Dilucu demiryolu projesini, Türkiye ve bölge açısından stratejik bir kazanım olarak tanımlayabiliriz. - Bu koridor, tarihsel olarak kopuk kalan hatları birleştirerek, Türk dünyasını bütünleştiren bir köprü işlevi görecek; aynı zamanda Asya ve Avrupa arasındaki ticarette Türkiye’yi vazgeçilmez bir transit ülke konumuna taşıyacak. - Proje tamamlandığında, Pekin’den Londra’ya kesintisiz bir demiryolu bağlantısı büyük ölçüde mümkün hale gelecek. Daha da önemlisi, bu ulaşım hamlesi bölgede barış ve istikrarın altyapısını da güçlendirebilecektir. GÜNEY KAFKASYA’DA EKONOMİK İŞBİRLİĞİNDE YENİ BİR ÇAĞ - Elbette önümüzde zorluklar da yok değil. Koridorun tam kapasite faaliyete geçebilmesi için Ermenistan topraklarındaki kesimin inşası ve işletme detaylarının tam mutabakatla sonuçlandırılması gerekiyor. Ancak son gelişmeler ışığında bu engellerin aşılabilir olduğu görülüyor. - Türkiye, kendi üzerine düşeni yaparak demiryolu hattının temelini atıyor ve birkaç yıl içinde tamamlamayı planlıyor. - Orta Koridor’un bu parlayan halkası devreye girdiğinde, Avrasya’nın lojistik haritası yeniden çizilmiş olacak. Doğu’dan batıya, kuzeyden güneye uzanan ticaret yollarının kavşak noktasındaki Türkiye, bu sayede ekonomik, stratejik ve politik açıdan elini güçlendirecek bir avantaja kavuşuyor. Haberin Devamı HANDE FIRAT |
Ekonomi niye böyle? Enflasyon iniyor fakat başka iyileşen esaslı göstergeler yok. Aksine TÜİK’in son açıklamasına göre: İşsizlik bu senenin ikinci çeyreğinde %8,6’ya yükseldi. Genç işsizlik %15,9, kadın işsizlik oranı %11,6 oldu. Haftalık ortalama çalışma süresi ise 42,1 saate geriledi. Teknoloji kullanımı yüzünden işsizlik artsaydı, ‘hadi neyse’ denilebilirdi. Aksine tarım ve sanayi verileri geriliyor. İstanbul Sanayi Odası’nın Temmuz 2025 verilerine göre, sanayi üretiminde son 10 ayın en sert düşüşü yaşanırken üretici maliyetleri kur baskısıyla arttı. İSO Başkanı Erdal Bahçıvan “Sanayimiz için alarm zilleri çok güçlü bir biçimde çalıyor… Durum çok ciddi” diye konuştu, teknik rakamlarla vahim durumu ortaya koydu. (1 Ağustos) Haklı olarak diyebilirsiniz ki, Mehmet Şimşek ne yapıyor? Şimşek ve Merkez Bankası’ndaki arkadaşları “sıkı para”dan başka bir şey yapamıyor. Dikkat ettiniz mi, “Şimşek ve Merkez Bankası’ndaki arkadaşları” diyorum… Çünkü mesela BDDK’nın başında “faiz sebeptir” tezine inanan Şahap Kavcıoğlu var. Kavcıoğlu, “Merkez Bankası’nın bağımsızlığını Sorosçular istiyor” diye yazmış bir ekonomistti. (Yeni Şafak, 17 Kasım 2020) Oysa, tarihimizdeki başarılı reform örneklerinde, Turgut Özal ve Kemal Derviş, reform programı ortaya koymuşlar ve bu programa inanmış teknokrat ekibiyle reformları yönetmişlerdi. Herkeste güven yaratarak ülkeye ciddi kaynak girişi sağlamışlardı. Şimşek ise ortaya bir “reform programı” koymadı, koyamadı. Sadece “Orta Vadeli Program” koydu. Programı piyasa beğendi, IMF ve Moody’s gibi kurumlar destekledi. Olumlu etkisi de oldu, enflasyon düşüyor. Fakat kaynak girişi sağlayamadığı için “acı ilaç” çok acı veriyor. Kurumsal ve hukuki güven ortamını oluşturmadan kaynak girişi sağlanamıyor. VERİMSİZ BÜYÜME Saygın iktisatçılarımızdan Prof. Selva Demiralp’ın şu sözü, bütün iktisadi serüvenimizin özeti gibidir: “Türkiye ekonomisinin en can yakıcı sorunu yaklaşık 20 senedir kapsamlı bir kalkınma programının uygulanmıyor olması. 2001 krizi sonrası uygulanan yapısal reformların devamı gelmeyince giderek azalan verimlilik bugün yerini verimsizliğe bıraktı…” (29 Mayıs 2025) Bütün yetkilerin sahibi Cumhurbaşkanı’ndan hiç “verimlilik” kavramını, bu konuda rakam verdiğini duydunuz mu? Halbuki iktidarın bütün OVP’lerinde “verimliliğin artırılması” yazılıdır, kağıt üstünde… Daron Acemoğlu yaklaşık on yıl önce uyarmıştı: “Türkiye’de 10 yıllık büyüme ortalaması yüzde 3. Daha fazla büyümesi lazım. Verimlilik artışı sıfır ya da eksi. Bu şekilde Türkiye’nin kendi zenginliğini artırması mümkün değil. Büyüme, tüketime giderek hız verilmesinden geliyor. Yatırımda, verimlilikte artış yok.” (24 Kasım 2016) Öyleyse nasıl büyüdük? Tüketimle, borçlanmayla! Seçimler kazandırdı ama geldiğimiz yer ortada. Yetişkin yoksulluğu oranı yüzde 17-18 seviyelerinde, çocuk yoksulluğu oranı yüzde 33-34’e kadar çıkıyor! Hem de TÜİK’e göre. YAPISAL REFORMLAR? Verimsiz politikalara bir de kurumsal ve hukuki güvensizlik eklenince, yatırım gelmiyor, aksine… Türkiye’ye gelmesine kesin gözüyle bakılan otomotiv devi Stellantis, 1.2 milyar dolarlık dev yatırımını Türkiye yerine Fas’a yapacağını duyurdu. (25 Temmuz) Bizzat Şimşek’in kendisi, sadece “sıcak para” geldiğini söylüyor: “Ancak bu iyileşmeyi sıcak para tarafında daha çok görüyoruz. Uzun vadeli yatırımlarda ise henüz o kadar net bir tablo yok…” (21 Mayıs 2025) İktidarın muhalefete karşı yargı eliyle başlattığı “silkeleme”, CB sisteminde derinleşen kurumsal ve hukuki güvensizliği büsbütün artırdı. Merkez Bankası’nın dövizi dizginlemek için 60 milyar dolar harcadığı biliniyor. Yatırımcıların okuduğu Financial Times gazetesi, “sahte diploma skandalı sisteme olan güveni sarstı” diye dünyaya haber yaptı. (14 Ağustos) Yatırım güveni, yani ekmeğimizin büyümesi nasıl sağlanır? Siyasetin elini yargıdan çekmesiyle… Merkez Bankası’nın bağımsızlığıyla… Kamu İhale Kanunu’nun dünya standartlarına uyarlanmasıyla, kısaca, yapısal reformlarla. Ama Erdoğan, bu konularda CB sisteminde aldığı yetkileri bağımsız kurumlara devretmek istemiyor. O yüzden de reform yapılamıyor. TAHA AKYOL |
Mavi Vatan ve slogandan ötesi... Türkiye’de kimi yorumcular, Atina söz konusu olduğunda Yunanistan’a karşı sahip olduğumuz askeri gücü ön plana çıkarıyorlar. Oysa masaya önce uluslararası hukuktan kaynaklanan haklarımızı koymamız gerek. Mavi Vatan sadece bir slogan değil kaynağını uluslararası hukuktan alan bir doktrindir. Normal bir günde bile İpsala’dan Yunanistan’a geçmek için 4-5 saat kuyrukta bekleniyor. Eskiden sadece az sayıda kişinin bildiği Kapıkule yakınındaki Pazarkule Kapısı’nda bile bekleme süresi en az iki saat. Kapıda vize uygulamasının olduğu Yunan adalarına giden feribotların kalktığı iskelelerde uzun kuyruklar oluştu bütün yaz. Halkların arasında sorun olmadığının en somut kanıtıdır bu. Yunanistan’ın geçen hafta açıkladığı ilk altı aylık rekor turizm gelirinde ABD ve İngiltere’den gelen turistlere dikkat çekilmiş. Kuzey Makedonya ve Bulgaristan’dan gelen turistlerden bile söz edilip; Türkiye’den gelenlerden hiç söz etmemek sorunlu bir ruh halinin eseridir. Yunanistan’ın Eski Savunma, Dışişleri Bakanı Dimitris Avramopoulas’ın yazdığı cümleleri hatırlayınca bu duruma hiç şaşırmadım: “Türkiye’nin rolüne dair algının tehdit ve korku duygusuyla şekillendiği bir saplantı içindeyiz. Türkiye’yi bir tehdit olarak görme saplantımız, yalnızca ülkenin uluslararası konumunu değil, aynı zamanda Yunan vatandaşlarının psikolojisini de olumsuz etkiledi.” *** Bu psikolojik etkilenmenin Yunanistan medyasındaki yansımalarını hemen her gün görüyorum. Garip tetiklenmeleri var. Mesela uluslararası bir zirvede Türkiye’nin gördüğü ilgi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın telefon diplomasisi, Yunanistan medyasını rahatsız ediyor; “Biz gölgede kaldık”, “Türkiye güçlenirken, biz seyrediyoruz” yorumları yapılmasına neden oluyor. Bunun son örneğini Erdoğan’ın, Fransa Cumhurbaşkanı Macron ile yaptığı telefon konuşmasına dair haberlerde gördük. Görüşmede Yunanistan’ın Y’si geçmemesine rağmen medyada “Bu gidişle bizi Kıbrıs bile satar” gibi abartılı başlıklar atıldı. Dün sabah Kathimerini’nin İngilizce edisyonuna baktım. Dış politika sayfasında duran haberler, “Türkiye’nin, İtalya ve İspanya ile bağları derinleşiyor”, “Japonya Savunma Bakanı savunma iş birliği ve SİHA’lar konusunda görüşme için Türkiye’de”, “Türkiye-Libya paktı yeniden gündemde”, “Doğu Libya milletvekilleri Türkiye’nin hidrokarbon anlaşmasının onayını değerlendiriyor”, “Türkiye Nahçıvan’a demiryolu hattının temelini attı”... Başka başlıklar da var ama Atina’nın ruh halini ele veren cümle spotta saklı: “Türkiye, Azerbaycan ile Ermenistan arasında bu ay ABD’nin arabuluculuğunda imzalanan barış anlaşmasından yararlanmak amacıyla...” Her olaya durmadan “Türkiye neden yararlanmaya çalışıyor?” diye bakmak zor ve yorucu olmalı. *** Yunanistan’daki ruh halini eleştirirken kendimizi de unutmayalım: Türkiye’de kimi yorumcular, Atina söz konusu olduğunda Yunanistan’a karşı sahip olduğumuz askeri gücü ön plana çıkarıyorlar.Oysa masaya Türk Silahlı Kuvvetleri’nin gücünden önce uluslararası hukuktan kaynaklanan haklarımızı koymamız gerek. Mavi Vatan sadece bir slogan değil kaynağını uluslararası hukuktan alan bir doktrindir. Bu noktada Ege ve Doğu Akdeniz’de Yunanistan ile yaşadığımız sorunları çözmek için uluslararası hukuka bakmak lazım. *** Sorun, YUNANİSTAN’IN ULUSLARARASI HUKUKA GÖRE, HAKKI OLMAMASINA RAĞMEN, KENDİSİNİ BİR ADALAR DEVLETİ (ARCHIPELAGIC STATE) OLARAK GÖRMESİ VE BU ÇERÇEVEDE BÜTÜN ADALARININ TAM KITA SAHANLIĞI/MÜNHASIR EKONOMİK BÖLGE (KS/MEB) HAKKINA SAHİP OLDUĞUNU İDDİA ETMESİ. YUNANİSTAN, BU İDDİASINI 1982 TARİHLİ BM DENİZ HUKUKU SÖZLEŞMESİNİN 121’İNCİ MADDESİNE DAYANDIRIYOR. BU MADDE ADALARIN DA ANA KARALAR GİBİ KS/MEB HAKKI OLABİLECEĞİNİ SÖYLÜYOR. BU İDDİALAR YANILTICI.ÖNCELİKLE, YUNANİSTAN ULUSLARARASI HUKUKA GÖRE, BİR ADALAR DEVLETİ DEĞİL. ZİRA ANA KARASI OLAN DEVLETLERE BU STATÜ VERİLMİYOR. İKİNCİSİ, DENİZ SINIRLARI BELİRLENİRKEN ADALAR OTOMATİK OLARAK KS/MEB ALMIYORLAR. ZİRA AYNI SÖZLEŞMENİN 74 VE 83’ÜNCÜ MADDELERİ DENİZ SINIRLARI BELİRLENİRKEN, HAKKANİYET (EQUİTY) İLKESİNİN DİKKATE ALINMASINI İSTİYOR. BU ÇERÇEVEDE, HAKKANİYET İLKESİNİ İHLAL EDİYORSA, ADALARA YA HİÇ YA DA KISMİ MEB/KS ALANI VERİLİYOR. ULUSLARARASI MAHKEMELERIN BU YÖNDE VERDİĞİ BİRÇOK KARAR VAR. AYNI ŞEKİLDE İKİLİ ANLAŞMA ÖRNEKLERİ DE VAR. ANCAK YUNANİSTAN BU GERÇEĞİ GÖRMEZDEN GELİYOR. 2003 yılında Seville Üniversitesi tarafından hazırlanan ve hukuki bir geçerliliği olmayan deniz yetki alanları haritası BUNUN EN BİLİNEN ÖRNEĞİ. Bu haritanın hukuki bağlayıcılığı olmadığını sadece biz değil, ABD de söylüyor. Eylül 2020’de ABD’nin Ankara Büyükelçiliği’nin yaptığı açıklamadan bir bölüm alıyorum buraya: “Sevilla Haritası’nın ‘hukuki statüsü’ hususunda ABD, Sevilla Haritası’nın hukuki bir öneme sahip olduğunu düşünmemektedir. Avrupa Birliği’nin de Sevilla Haritası’nı hukuki bağlayıcılığı olan bir belge olarak değerlendirmediğini görmekteyiz.” Kimsenin hukuken geçerli saymadığı bu haritada TÜM YUNAN ADALARINA TAM KS/MEB HAKKI VERİLMESİ, BURNUMUZUN DİBİNDEKİ MEİS ADASI’NA 40 BİN KİLOMETRAKERE KS/MEB ALANI BAHŞEDİLMESİ, Yunanistan ile Güney Kıbrıs’ın denizden komşu YAPILMASI, Doğu Akdeniz’de EN UZUN KIYIYA SAHİP Türkiye’nin ANTALYA KÖRFEZİ’NE HAPSEDİLMESİ, TAM BİR GARABET. BU HARİTA TÜRKİYE’NİN TARAF OLMADIĞI 1982 SÖZLEŞMESİ DAHİL ULULARARASI HUKUKA VE ULUSLARARASI MAHKEME KARARLARINA AYKIRI. DENİZ SINIRLARINI BELİRLEMEK VE bunları müzakere etmek diplomasinin işi. Sadece şunu bilmek yeterli, Atina’nın uluslararası hukuka dayandırdığını söylediği iddiaları MAKSİMALİST VE KENDİ HALKINI İNANDIRDIĞI KADAR GÜÇLÜ DEĞİL. TÜRKİYE’NİN HAKKANİYET İLKESİNİ, HAKÇA PAYLAŞIMI ÖNE ÇIKARAN TEZLERİ ULUSLARARASI HUKUK İLE UYUMLU. NETİCEDE Atina’ya, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin gücünden önce ULUSLARARASI HUKUKU VE DİPLOMASİYİ hatırlatmak daha doğru. Biz, hukuk VE DİPLOMASİ yerine silahı hatırlattığımız zaman Savunma Bakanı Dendias gibi isimlerin kariyer hedeflerine ulaşmasına yardım etmiş oluyoruz. *** Yunanistan, Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarından Türkiye hiç pay alamasın istiyor; Türkiye, “kaynakları paylaşalım” diyor.Türkiye, nüfusu, ordusu, yarattığı ekonomik büyüklükle çok bölgede çok ilişki kuruyor, Yunanistan, Türkiye herkesle kavgalı olsun istiyor. Suriye Dışişleri Bakanı Atina’ya gitti, Başbakan Miçotakis, Mısır Cumhurbaşkanı Sisi ile görüştü, Türkiye’de kimse dönüp bakmadı bile. Yunanistan, Türk halkının düşman gördüğü bir ülke değil; Türkiye’nin Yunanistan topraklarında gözü yok ama kimisi Avramopoulas’ın sözünü ettiği kötü psikolojik etkiden kimisi de siyasi hırslarından dolayı aksini savunuyor. *** 30-31 Ağustos’ta yapılacak Teknofest Mavi Vatan’a giderken, aklımızda bulundurmamız gereken şeyler basit.Bölgesel bir güç olma yolunda ilerleyen Türkiye, askeri olarak güçlü olmak zorunda. Yayılmacılık hayalleri kuran İsrail’e, Washington’ın İsrail’e tehdit oluşturmayacak, büyük ülkelerin parçalanmasıyla oluşacak küçük ülkeler yaratma stratejisine karşı güçlü olmak zorundayız. Bu güç, uluslararası hukuku kendi çıkarlarına göre yorumlayıp, oldu-bitti yaratmaya çalışacakları da mutlaka caydıracaktır. Bu faydayı cepte kabul edip, Tekno-Fest’lerin sadece askeri değil, sivil alanlarda da öncü ve dünya lideri olmak için düzenlendiğini hiç aklımızdan çıkarmayalım… ÖZAY ŞENDİR |
Milyonlarca memur ve emeklinin gözü Kamu Görevlileri Hakem Kurulu'nda 8. Dönem Toplu Sözleşme görüşmelerinden uzlaşı çıkmayınca 4688 sayılı Kanun ve ilgili yönetmelik gereğince kamu işveren tarafı konuyu Kamu Görevlileri Hakem Kuruluna taşıdı. Oluşan algıya göre aşağı yukarı belirli olan sonucun resmileşmesini bekliyor. Süreci ve detaylarını açıklamaya çalışacağız. Uzun süredir memur zammını Kamu Görevlileri Hakem Kurulu karara bağlıyor İstisnalar dışında genellikle memur maaş zammı Kamu Görevlileri Hakem Kurulunda karara bağlanıyor. İşin en ilginç yanı ise Kamu Görevlileri Hakem Kurulunun maaşı da bu karardan nasibini alıyor. Yani başka bir anlatımla Kurulda görev alanların maaşlarını da Kurul belirlemiş oluyor. Kurulun yapısı demokratik değil 4688 sayılı Kanuna göre Kamu Görevlileri Hakem Kurulu her toplu sözleşme dönemi için; 1- Yargıtay, Danıştay ve Sayıştay Başkan, Başkanvekili, Başkan Yardımcısı veya Daire Başkanları arasından Cumhurbaşkanınca Başkan olarak seçilecek bir üye, 2- Cumhurbaşkanınca belirlenen bakanlıklar ile kamu kurum ve kuruluşlarından dört üye, 3- Bağlı sendikaların üye sayısı itibarıyla en fazla üyeye sahip konfederasyon tarafından belirlenecek iki, bağlı sendikaların üye sayısı açısından ikinci ve üçüncü sırada bulunan konfederasyonlardan birer üye, 4- Üniversitelerin kamu yönetimi, iş hukuku, kamu maliyesi, çalışma ekonomisi, iktisat ve işletme bilim dallarından en az Doçent unvanını taşıyanlar arasından Cumhurbaşkanınca seçilecek bir üye, 5- Bağlı sendikaların üye sayısı itibarıyla en fazla üyeye sahip konfederasyon tarafından üç, bağlı sendikaların üye sayısı açısından ikinci ve üçüncü sırada bulunan konfederasyonlar tarafından ikişer olmak üzere (d) bendinde belirtilen bilim dallarından en az Doçent unvanını taşımak kaydıyla, önerilecek toplam yedi öğretim üyesi arasından Cumhurbaşkanınca seçilecek bir üye, olmak üzere onbir üyeden oluşur. Görüleceği üzere sistem işveren tarafının çoğunluğundan oluşuyor. Geçmiş tecrübelere bakıldığında Kamu Görevlileri Hakem Kurulu Hükümetin önerdiği rakam doğrultusunda karar vermiştir. Farzı muhal, bazı üyeler gemileri yakarak milyonlarca memur ve emekli kesimi ciddi mağduriyet yaşıyor ve ben bu kadar vebalin altına giremem diyerek oranı yüksek belirlerse hiç kimsenin yapacağı bir şey yoktur. Çünkü Kurulun verdiği kararlar kesindir. Kim bilir kendilerinin alacakları maaşlar da etkileneceği için benim görüşüm budur diye memur sendikalarının görüşleri doğrultusunda oy kullanan çıkabilir. Teorik olarak böyle bir seçeneğin olduğunu düşünüyorum. Bunu yapan kişinin akibeti ne olur bilemem ama tarihe memur ve emeklilerin kahramanı olarak geçeceği aşikardır. Sendika temsilcilerinin toplantıya katılmama seçeneği var Kanuna göre Kamu Görevlileri Hakem Kurulu, Başkanın çağrısı üzerine Başkan dahil en az sekiz üyenin katılımı ile toplanmaktadır. Mazereti nedeniyle toplantıya katılamayacak üyelerin yerine ise yedekleri çağrılmaktadır. Kanun koyucu Kurul üyelerinin kamu görevlilerinden oluştuğunu düşünerek toplantının protesto edilme seçeneği ile en az sekiz üyenin bir araya gelemeyeceği ve toplantı yeter sayısının olmayacağı gibi bir durumda nasıl bir süreç işletileceğini öngörmemiştir. Şayet böyle bir süreç yürütülmek istenir ve sendika tarafının tamamı mazeret beyan ederek toplantıya katılmazsa mevcut üyelerle karar verilir ve süreç tamamlanır. Hiç kimse de Kurulun kararını sorgulayamaz. Çünkü verilen karar kesindir ve yargı yolu kapalıdır. Bu faraziyelerin hepsi bazı ulemanın sendikaların tepki göstererek toplantıyı protesto etmesi yönündeki önerilerin vaki olması durumuna göre yapılmıştır. Sendika temsilcilerinin kamu görevlisi olması nedeniyle mazeretsiz toplantıya katılmaması açık bir disiplin suçu oluşturacaktır. Bunu göze alacaklar her şeyi yapabilir. Ayrıca sonucun değişmeyeceği de bilinmelidir. Sonuç olarak Kurul, Kanunda boşluk var biz karar vermeyiz diye köşesine çekilmeyecektir. İkincil mevzuatın güncellenmesi gerekiyor Toplu sözleşme süreci 4688 sayılı Kanun ile “Toplu Sözleşme Görüşmelerinin Yapılma Usul ve Esasları İle Kamu Görevlileri Hakem Kurulu, Kamu Personeli Danışma Kurulu ve Kurum İdari Kurullarının Teşkili, Çalışma Usul ve Esaslarına İlişkin Yönetmelik” hükümlerine göre yürütülmektedir. Maalesef Yönetmelik güncelliğini kaybetmiştir. Yönetmelik baştan sona incelendiğinde ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılacaktır. Ayrıca 4688 sayılı Kanunda Devlet Personel Başkanlığının yapacağı görevler hala yerinde durmaktadır. Halbuki bu Başkanlığın yerinde yeller esmektedir. Dolayısıyla Kanunda da güncelleme yapılması gerektiğini düşünüyoruz. Zaten sendikalar da kapsamlı bir değişiklik talebinde bulunmaktadır. İşin daha dramatik tarafı ise toplu sözleşme süreci hala Devlet Personel Uzmanlarının (Çalışma Uzmanı oldu) sırtından yürütülmektedir. Kapatılan bir Kurumun kalıntılarının dahi bu denli işlevsel olması bu Kurumun veya benzeri bir kurumun kurulması gerektiğini açıkça göstermektedir. Grev hakkı olmayan toplu sözleşme süreci ve sonuçları Sendikalar haklı olarak grev hakkı da istemektedir. Ancak grev hakkı için anayasa değişikliği gerekmektedir. Böyle bir irade olması halinde memurlara rekor bir oyla grev hakkı Meclisten geçecektir. Kaldı ki memur sendikaları ülkenin taraf olduğu uluslararası sözleşmelere istinaden fiilen grev yapmaktadır. Sendikaların aldıkları grev kararı sonucunda da birçok kamu görevlisi sıkıntıya girebilmekte ve idareleri ile karşı karşıya kalabilmektedir. Yine sendikalarca alınan grev kararı sonrasında da grev yasağı kapsamında olacak birçok hizmet kolundaki kamu görevlileri de karara uymakta ve ciddi sorunlar çıkabilmektedir. Nitekim grev yapma hakkı olan işçiler her hizmet kolunda grev yapamamaktadır. Ayrıca da grev erteleme kararları ile işveren kesimi de bazı haklarını kullanabilmektedir. Sonuç olarak grev hakkı olmayan kamu görevlilerinin yapacağı toplu sözleşme, verilene rıza göstermekten başka bir seçenek bırakmamaktadır. Bu nedenle sendikal alanda grev hakkının da olması gereken köklü değişiklikler kaçınılmazdır. AHMET ÜNLÜ |
Zenginler CHP’ye, Yoksullar Sağ’a: Türkiye’nin Sessiz Çelişkisi Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) 26 milyon haneyi kapsayan son araştırması, Türkiye’nin gelir dağılımına dair çarpıcı bir tablo ortaya koydu. Bu rapor, yalnızca ekonomik verilerden ibaret değil; aynı zamanda Türkiye’nin sosyolojik ve siyasi fay hatlarını da gözler önüne seren bir ayna. Toplumun yalnızca yüzde 1.1’i ultra zengin, yüzde 11’i zengin, yüzde 36.1’i orta sınıf, geri kalan yüzde 51.8’i ise yoksul. Daha da vahimi, nüfusun yüzde 16.7’si derin yoksulluk içinde yaşıyor. Bu tablo, Türkiye’nin ekonomik eşitsizlik sorununun boyutlarını net bir şekilde ortaya koyarken, aynı zamanda siyasi tercihler ve toplumsal dinamikler arasındaki çelişkili ilişkiyi de sorgulatıyor. GELİR DAĞILIMININ COĞRAFİ VE SİYASİ HARİTASI TÜİK’in verileri, zenginliğin coğrafi dağılımını da açıkça ortaya koyuyor. Türkiye’nin en varlıklı kesimleri, İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyükşehirlerde ve Ege ile Akdeniz’in bazı sahil illerinde yoğunlaşıyor. İlçeler düzeyine inildiğinde ise Çankaya, Kadıköy, Beşiktaş, Bakırköy gibi semtler öne çıkıyor. Bu bölgelerin ortak özelliği, Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) yerel yönetimlerde güçlü bir şekilde temsil edilmesi. Türkiye’nin en zengin 5 ilinin ve en zengin 7 ilçesinin CHP tarafından yönetiliyor olması, tesadüften öte bir anlam taşıyor. Bu durum, Türkiye’nin siyasi manzarasındaki en dikkat çekici çelişkilerden birini su yüzüne çıkarıyor: Ekonomik refahtan en çok pay alan kesimler, CHP’ye destek verirken; gelir dağılımında en dezavantajlı konumda olan yoksul kesimler, mevcut iktidar bloğuna sadık kalmaya devam ediyor. Bu paradoks, yalnızca ekonomik verilerle açıklanamayacak kadar derin bir sosyolojik ve psikolojik boyut içeriyor. KONFORUN VE STATÜKONUN KORUYUCUSU Türkiye’nin en varlıklı kesimleri, genellikle eğitim seviyesi yüksek, küresel ağlarla bağlantılı, kentli ve seküler bir yaşam tarzına sahip. Bu kesim, Çankaya’da, Kadıköy’de ya da Beşiktaş’ta, yüksek standartlı yaşam alanlarında, konforlu bir hayat sürüyor. Çocuklarını prestijli okullara gönderiyor, kültürel ve sosyal sermaye birikimini güçlendiriyorlar. Politik tercihleri, kendi statükolarını kuruyan refah düzeninin devamını sağlayacak bir sistemi, yani kendilerince oluşturulmuş nispeten demokratik, hukuka dayalı ve kurumsal bir çerçeveyi desteklemekten yana. CHP, bu kesim için hem ideolojik hem de pragmatik bir tercih haline geliyor. Çünkü CHP’nin savunduğu seküler, modernist ve batı odaklı söylem, bu kesimin yaşam tarzıyla uyumlu bir çerçeve sunuyor. Ayrıca, bu grup için ekonomik istikrar ve küresel entegrasyon kritik önemde. CHP’nin Avrupa Birliği ile ilişkileri güçlendirme, kendilerinin tanımladığı hukukun üstünlüğünü vurgulama ve piyasa dostu politikalar önerme eğilimi, zengin kesimlerin ekonomik çıkarlarını koruma kaygısıyla örtüşüyor. Bu nedenle, sistemden en çok fayda sağlayan bu kesim, ironik bir şekilde, mevcut iktidarın politikalarına karşı en sert muhalefeti yapan partiye destek veriyor. YOKSULLARIN SAĞ TERCİHİ Diğer tarafta, Türkiye’nin yoksul kesimleri var. TÜİK verilerine göre nüfusun yarısından fazlasını oluşturan bu grup, ekonomik krizlerden, yüksek enflasyondan ve işsizlikten en çok etkilenen kesim. Çoğu borçla, krediyle ya da sosyal yardımlarla geçimini sürdürüyor. Bu kesim için demokrasi, hukuk devleti ya da ideolojik tartışmalar genellikle soyut kavramlar olarak kalıyor. Onların önceliği, günlük hayatta karşılaştıkları somut sorunlara çözüm bulmak: Gıda, barınma, sağlık ve eğitim gibi temel ihtiyaçlar. İktidar bloğu, bu kesimin ihtiyaçlarını karşılamak için sosyal yardım programlarını ve yerel düzeyde sosyal ağları etkin bir şekilde kullanıyor. Kömür yardımları, gıda paketleri, nakdi destekler ya da belediyelerin sunduğu hizmetler, yoksul kesimler için bir “hayatta kalma stratejisi” haline geliyor. Bu nedenle, ekonomik olarak en çok zarar gören bu grup, sandıkta iktidar bloğuna oy vermeyi sürdürüyor. İktidarın söylemi, bu kesimlere bir aidiyet duygusu ve “bizden biri” algısı sunarken, muhalefetin daha soyut ve seçilmiş sınıfların hukukunu koruyan uzun vadeli vaatleri, yoksul kesimlerde aynı etkiyi yaratamıyor. SOSYOLOJİK PARADOKS: NEDEN BU ÇELİŞKİ? Bu durum, Türkiye’nin siyasi ve sosyolojik manzarasında derin bir çelişkiyi ortaya koyuyor. Zenginler, refahlarını koruma kaygısıyla CHP’ye yönelirken, yoksullar, hayatta kalma mücadelesinde iktidarın sunduğu somut desteklere güveniyor. Bu çelişkiyi anlamak için birkaç temel noktayı göz önünde bulundurmak gerekiyor: Kimlik ve Aidiyet: Türkiye’de siyasi tercihler, ekonomik çıkarların ötesinde, kimlik ve aidiyet duygusuyla şekilleniyor. Yoksul kesimlerin önemli bir kısmı, iktidarın muhafazakâr ve milliyetçi söylemini, kendi kültürel değerleriyle uyumlu buluyor. CHP ise seküler ve kentli bir imaja sahip olduğu için bu kesimlerde yeterince karşılık bulamıyor. Güven ve Somutluk: Yoksul kesimler, iktidarın sunduğu yardımların somutluğuna ve erişilebilirliğine güveniyor. CHP’nin vaat ettiği hamaset içeren yapısal reformlar ya da uzun vadeli ekonomik iyileşme planları, bu kesim için uzak ve soyut kalıyor. Eğitim ve Bilgi Erişimi: Zengin kesimlerin yüksek eğitim seviyesi ve küresel bilgi ağlarına erişimi, onların siyasi tercihlerini daha kendi hayat düzenlerini devam ettirmek üzere rasyonel ve uzun vadeli bir çerçevede şekillendirmesine olanak tanıyor. Yoksul kesimler ise genellikle daha sınırlı bilgi kaynaklarına sahip ve bu da onların iktidarın kendinden buldukları söylemine daha fazla itimat etmelerine yol açıyor. GELECEK NE GETİRECEK? TÜİK’in raporu, yalnızca ekonomik bir tablo sunmuyor; aynı zamanda Türkiye’nin toplumsal dokusundaki kırılganlıkları da gözler önüne seriyor. Eğer bu çelişki çözülmezse, Türkiye ekonomik ve toplumsal olarak daha derin bir ikiliğe sürüklenebilir. Zengin ve yoksul arasındaki uçurum, sadece maddi değil, aynı zamanda kültürel, ideolojik ve siyasi bir ayrışmayı da derinleştiriyor. Bu durum, siyasi partiler için de önemli bir sınav. CHP, yoksul kesimlere ulaşmak için daha kapsayıcı bir söylem ve somut politikalar geliştirmek zorunda. İktidar bloğu ise sosyal yardım politikalarının sürdürülebilirliğini sorgulamalı ve gelir dağılımındaki orantısızlığı azaltacak yapısal reformlara odaklanmalı. Aksi takdirde, Türkiye’nin “birlikte yaşama iradesi” ciddi bir tehdit altına girebilir. BİR TOPLUMSAL RÖNTGEN TÜİK’in raporu, Türkiye’nin sadece ekonomik değil, aynı zamanda sosyolojik ve siyasi bir röntgeni. Zenginler ve yoksullar arasındaki bu sessiz çelişki, Türkiye’nin geleceğini şekillendirecek en kritik meselelerden biri. Sorunun çözümü, sadece ekonomik politikalarla değil, toplumsal uzlaşıyı sağlayacak bir vizyonla mümkün. Ancak bu vizyonun hayata geçirilmesi için hem iktidarın hem de muhalefetin, kendi konfor alanlarından çıkarak toplumun tüm kesimlerini kucaklayacak bir dil ve politika geliştirmesi gerekiyor. Aksi takdirde, Türkiye’nin fay hatları derinleşmeye devam edecek ve bu, hepimiz için daha büyük bir bedel anlamına gelecek. ŞAKİR KURTER |
3. haftaya VAR müdahaleleri damga vurdu Altı maçın oynandığı haftada hakemler açısından zor maçlar oynanmadı. Bence maç sayısının az olduğu üçüncü haftaya hatalı VAR müdahaleleri damga vurdu. VAR’ın ana prensibi belli: “Açık, bariz, net ve tartışmasız hususlar VAR’ın yetki alanında.” Fakat bu hafta bu prensip çok fazla işlemedi. Trabzonspor’un iptal edilen ikinci golünde ve Alanyaspor lehine verilen penaltı da VAR müdahalelerini yerinde bulmadım. Haftanın Hakemi: Atilla Karaoğlan Haftanın Hayal Kırıklığı: Mehmet Türkmen Zecorner Kayserispor-Galatasaray: Alper Akarsu Maçta sonuca tesir edecek hatası olmadı. Karar standardını yükseltmesi gerekir. Hareketliliğini arttırması avantajına olur. 46’da Galatasaray’ın ikinci golü öncesi Sane’nin müdahalesinde bence de faul yoktu. Hakemin devam kararı doğruydu. 55’de Torreira’nın yerde kaldığı ve penaltı beklediği pozisyonda hakemin devam kararı doğruydu. Fenerbahçe-Kocaelispor: Mehmet Türkmen Gelişim sağlayamıyor ve zorluk seviyesi yüksek maçlarda karar standardını bir türlü oturtamıyor. Kart hataları bu seviye bir maç ve bir FIFA kokartlı hakem için çok fazla. Maçın ilk 5 dakikasında Kocaelispor’dan aynı oyuncu 3 kez sarı kartlık ihlal yaptı. Tek kart göstermediği gibi bu faullerden birisi penaltıyı gerektiriyordu. 4.dakikada Çağlar’ın formasından çekilmesine penaltı çalınmadı. İlk yarıda Nonge, 5 faulüne karşılık uyarı dahi almadı. 19’da ve 47’de Brown iki net sarı kartlık ihlaline rağmen kart görmedi. 57’de İsmail’in Petkovic’e faulüne devam dedi. Karara sinirlenen Petlovic hakemin üzerine doğru koştu. Belki de hakeme temas da etti. Hakem oralı olmadı. 76’da Fenerbahçe’min golünün VAR yardımıyla iptal edilmesi doğruydu. Trabzonspor-Antalyaspor: Ali Yılmaz Maç genelinde 1 pozisyon harici tutarlı kararları oldu. Oyun kontrolü sürekli elindeydi ve oyuncuların güvenini kazandı. 40’da Trabzonspor’un kazandığı ikinci golün VAR müdahalesi sonucu iptali son derece yanlıştı. Pozisyonda şeklen ofsayt pozisyonunda olan Trabzonsporlu oyuncunun arkasındaki Antalyasporlu oyuncu ile arasında mesafe vardı ve etki konusu tartışmalıydı. Sahadaki gol kararının geçerli olması en doğru uygulama olurdu. Fatih Karagümrük-Göztepe: Batuhan Kolak Maç genelinde sonuca tesir edecek önemli bir hatası olmadı. Zaman zaman faul ve sarı kart hataları olsa da standardı vasatın altına düşmedi. Sorunsuz bir maç tamamladığını söyleyebilirim. Gaziantep FK-Gençlerbirliği: Atilla Karaoğlan Haftanın iyilerindendi. Faul ve kart standardı yüksekti. Cılız penaltı beklentilerindeki devam kararları doğruydu. Maçın uzatıma dakikalarında Nalepa’nın Lungoui’yi formasından çekerek düşürdüğü pozisyonda çaldığı penaltı doğruydu. Nalepa’ya çıkan ikinci sarı kart ve dolayısıyla kırmızı kart da doğruydu. ikas Eyüpspor-Corendon Alanyaspor: Arda Kardeşler Maçın tecrübeli ismi Arda Kardeşler maç süresince tutarlı düdükler çalsa da tek bir pozisyonda VAR ile birlikte önemli bir hataya imza attı. 62’de VAR, hakemi kenara davet etti. Claro’nun topa elle müdahalesi olduğu gerekçesiyle Alanyaspor lehine penaltı kararı verildi. Oysa ki top Claro’nun koluna kendi arkadaşından gelmişti. Kendi arkadaşının vurduğu topun ele gelmesi ihlal olarak değerlendirilmemesi gerekirdi. Burada VAR da hakem de önemli bir yanlışa düşmüş oldular. DENİZ ÇOBAN |
Rasyonel mi, İrrasyonel mi? Kıymetli Dostlar, Türkiye’de ekonomiyi anlamak bazen sadece rakamlara bakmakla değil, o rakamların ardındaki çelişkilere dikkat etmekle mümkün oluyor. Bugün elimizde iki çarpıcı tablo var: Üniversite ücretlerindeki inanılmaz artış ve devletin faiz ödemelerine ayırdığı devasa kaynak. Bu iki tablo aslında bize ekonominin nereye savrulduğunu da anlatıyor. Eğitim Bir Ticarethane mi? Avrupa ülkelerinde son iki yılda üniversite eğitim ücretleri ortalama %9 artarken, Türkiye’de bu oran %375’e fırladı. Bu rakamı tekrar etmek gerekiyor çünkü akıl alır gibi değil: %375. Yani Türkiye’de üniversite okumak isteyen bir genç için maliyet, iki yılda neredeyse dört katına çıktı. Hollanda’da artış %25, Almanya’da %5 civarındayken, Türkiye’deki bu sıçrayış “eğitim”in artık bir kamusal hizmet olmaktan çıkıp ticarethane mantığına büründüğünü gösteriyor. Gençler için bu tablo çok net: Ya büyük borç altına girecekler ya da hayallerini erteleyecekler. Bu durum sadece bireysel bir sorun değil, ülkenin geleceği için de büyük bir risk. Çünkü gençler umutla değil, umutsuzlukla yetişiyor. KKM Tartışması: 60 Milyar Dolar “İrrasyonel” Diğer tarafta ise Kur Korumalı Mevduat (KKM) tartışması var. Ana akım iktisatçılar, KKM’nin bütçeye maliyetini yaklaşık 60 milyar dolar olarak hesaplıyor ve bu uygulamayı “irrasyonel” ilan ediyor. Belki de haklılar; çünkü bir ülkenin parasını koruyamaması ve vatandaşına döviz garantili mevduat sunmak, ekonomik çaresizliğin ifadesidir. Ama burada büyük bir çelişki var: Aynı ekonomistler, Mehmet Şimşek döneminde 25 ayda faize ödenen 87,5 milyar dolara tek kelime etmiyor. Yani KKM için “irrasyonel” deniyor ama daha yüksek bir maliyeti olan faiz ödemeleri için “rasyonel” deniliyor. Bir ülke ekonomisinde “faiz ödemeleri” normaldir denebilir. Ancak mesele şu: Devletin eğitimden, sağlıktan, sosyal yardımlardan kısıp, daha fazla faiz ödeyebilmesi için kaynak yaratmaya çalışması normal midir? Bugün Türkiye’de milyonlarca genç üniversite ücretlerindeki artış nedeniyle eğitim hakkından mahrum kalırken, milyarlarca doların faize akıtılmasına ses çıkarılmıyorsa burada büyük bir çifte standart vardır. Bir yandan “KKM irrasyonel” diye manşetler atılıyor, diğer yandan “faiz ödemeleri rasyonel” diye sessizlik sağlanıyor. Oysa her iki durumda da kaybeden halktır. Tasarruf Masalları Şimdi aynı çevreler, daha fazla faiz ödemek için devlete alan açmak gerektiğini savunuyor. Bunun için de “tasarruf” hikâyeleri anlatıyorlar. Ama tasarruf kime uygulanıyor?
Bir gencin üniversiteye kaydolmak için ödediği ücret dört kat artarken, devletin kasasından milyarlarca dolar faiz ödemelerine gidiyor. Bu tablo, gençlere şu mesajı veriyor: “Senin eğitimin ertelenebilir ama borç verenlerin alacağı ertelenemez.” Bu, bir ülkenin geleceğini ipotek altına almaktır. Çünkü gençlerin eğitimsiz kalması, uzun vadede ekonomiye çok daha büyük zarar verir. Eğitimden kesilen her lira, aslında yarının üretiminden, inovasyonundan ve kalkınmasından çalınmış bir liradır.
Türkiye’nin gerçek meselesi sadece enflasyon değil, sadece kur değil. Asıl mesele, kaynakların nasıl dağıtıldığıdır. Eğer bu kaynaklar gençlerin eğitimine değil, sadece faiz ödemelerine gidiyorsa, asıl irrasyonellik oradadır. ONUR ÇANAKÇI |
Gök vatan için dev adım Türkiye'nin savunma sanayisinde çığır açan adımlarına bir yenisi daha eklendi. ASELSAN, uzun süredir merakla beklenen "Çelik Kubbe" projesine yönelik geliştirdiği hava savunma, radar ve elektronik harp sistemlerinden oluşan 47 aracı Türk Silahlı Kuvvetleri’ne teslim etti. 27 Ağustos için yapılan “büyük gün” paylaşımı, gözleri ASELSAN’ın yeni projelerine çevirmişti. Beklenen açıklama geldi ve Türkiye’nin savunma stratejisinde büyük bir eşik daha aşıldı. ASELSAN Genel Müdürü Ahmet Akyol, teslimat töreninde yaptığı konuşmada, “Bu sistemlerle gök vatanımızı daha güçlü koruyacağız,” dedi. Akyol, sadece araç teslimatıyla sınırlı kalmayan bu hamlenin, yeni üretim tesisleri ve dev yatırım planlarıyla genişletildiğini belirtti. %40 üretim artışı sağlayacak 14 yeni tesisin açılışı yapılırken, 1.5 milyar dolarlık yatırım ile inşa edilecek olan 6500 dönümlük Oğulbey Teknoloji Üssü için ilk kazma da vuruldu. Radarlar, roketler ve dijital kalkan: yeni nesil savunma mimarisi Teslim edilen sistemlerin arasında HİSAR-O ve SİPER Hava Savunma Sistemleri, ALP 300G ve 100G radar sistemleri ile KORKUT yakın saha hava savunma araçları yer alıyor. Bu yüksek teknolojiye sahip araçlar, sadece savaş alanındaki gücü değil, Türkiye’nin caydırıcılık kapasitesini de önemli ölçüde artırıyor. Savunma teknolojilerinde yerlilik oranı %83’ü geçti. ASELSAN’ın liderliğinde ROKETSAN, TÜBİTAK ve diğer birçok paydaşın desteğiyle geliştirilen bu sistemler, Türkiye'nin bölgesel ve küresel konumunu da yeniden tanımlıyor. Özellikle elektronik harp kabiliyetlerinin Çelik Kubbe sistemine entegre edilmesi, modern savaş alanlarında fark yaratacak bir unsur olarak öne çıkıyor. Yatırım, istihdam ve ihracat: Türkiye savunmada oyun değiştiriyor Sadece teslimatlar değil, stratejik yatırımlar da ASELSAN'ın vizyonunun bir parçası. Oğulbey Teknoloji Üssü, yapay zeka destekli savunma algoritmaları, ileri haberleşme altyapıları ve komuta sistemleri geliştirmek üzere tasarlanıyor. Tamamlandığında 8 bin kişiye istihdam sağlayacak olan bu üs, Türkiye’nin savunma yazılım ve algoritma ihracatında merkez üslerinden biri olacak. Öte yandan ASELSAN, 2025’in ilk 6 ayında 1.3 milyar dolarlık ihracat sözleşmesi imzalayarak bir önceki yılın tamamını geride bıraktı. Borsa İstanbul’un en değerli şirketi konumuna yükselen ASELSAN, dünyanın en hızlı büyüyen 10 savunma şirketi arasında yer alarak uluslararası alandaki etkisini de artırıyor. Türk mühendisliğinin gücü sahada hissediliyor Türkiye’nin geleceğini şekillendiren bu tür hamleler, sadece savunma değil, teknoloji ve istihdam politikaları açısından da kritik önemde. Yurt dışından gelen mühendis sayısının, gidenlerin iki katını aşması, Türkiye’ye olan güvenin somut bir göstergesi. “Türkiye Yüzyılı, Türk mühendisliğinin yüzyılı olacaktır,” diyen Görgün, 100 bini aşkın çalışanı ve 3500’den fazla firma ile şekillenen savunma sanayi ekosisteminin, artık sadece Türkiye için değil, tüm dünya için örnek alındığını ifade etti. EYYUP ÇALKAN |
Belediyelerin okul seferberliği Okulların açılmasına sayılı günler kaldı. Evlerde defter kaplama telaşı, servis ayarlama koşuşturması var. Ama sadece evlerde değil, belediyelerde de hummalı bir hazırlık göze çarpıyor. Sınıflar temizleniyor, bahçelere çiçekler dikiliyor, spor sahaları elden geçiriliyor. Çocuklar sabah okula daha huzurlu adım atabilsin diye gece gündüz çalışılıyor. Kayıt döneminde ise gündem yine aynı: Okulların bağış adı altında aldığı kayıt ücretleri. Veliler çocuklarını okula yazdırabilmek için cebinden para çıkardı. Ama iş sınıfların temizlenmesine, bahçelerin düzenlenmesine gelince yine belediyeler devreye girdi. Bu hafta birçok şehirden haber okudum; boyanan sınıflar, yıkanıp düzenlenen bahçeler, rengârenk çiçeklerle süslenen okul girişleri… Yani yükün önemli kısmı yine belediyelerin omuzlarına bırakıldı. Birçok belediye öğrencilere indirimli ulaşım imkânı sunuyor. Bu sadece aile bütçesi için değil, şehrin trafiği için de büyük kolaylık. Kütüphaneler ve gençlik merkezleri de artık öğrencilerin ikinci adresi; tiyatrodan yabancı dile kadar birçok kursla dolup taşıyor. Kimisi burs veriyor, kimisi kırtasiye desteği sağlıyor. Hepsinin ortak noktası, geleceğe yatırım yapmaları. Sürekli denetim şart Ama temizlik, düzen, boya bir yana ulaşım da en az onlar kadar kritik. Servisler, minibüsler, belediye ve halk otobüsleri… Okul yolunun güvenliği sınıfın temizliği kadar önemli. Doğal olarak İçişleri Bakanlığı’nın tüm illerde eş zamanlı trafik denetimleri yapması beklenir. Ancak bu kontroller sadece okulların açıldığı ilk haftayla sınırlı kalmamalı, şimdiden başlayıp sürekli devam etmeli. Belediye ekipleri de servis araçlarının izinlerini ve uygunluğunu düzenli biçimde denetlemeli. Çocuk şubede görevli polis memurlarının okul önlerini kontrol etmesi de son derece önem taşıyor. Çünkü okul kapısının önü, çocuğun güvenliği açısından en kritik noktadır. Güvenlik sadece trafikten ibaret değil; okul önlerinde bekleyen şüpheli kişilerden, satıcılardan da çocukları korumak gerekiyor. Okul sezonu başlarken bir başka mesele de fiyatlar. Kıyafette de kırtasiye ürünlerinde de her yıl aynı şikâyet: fahiş fiyatlar. Bu konuda da Ticaret Bakanlığı yetkililerinin denetimleri şart! Ve en önemlisi: Yaya geçitleri… Çocukların karşıya güvenle geçebilmesi için geçitlerin mutlaka yenilenmesi, trafik polislerinin de özellikle okul önlerinde drone ile denetim yapması gerekiyor. Son olarak, işin sağlık boyutu var. Resmî ya da özel fark etmeksizin, okulların ve kurumların bünyesinde faaliyet gösteren yemekhane, kantin, kafeterya, büfe ve çay ocaklarının gıda güvenliği ve hijyen şartları titizlikle denetlenmeli. Çünkü çocuğun karnını doyurduğu bir tabak yemek ya da teneffüste aldığı bir sandviç, onun sağlığıyla doğrudan ilgili. Temiz sınıflar, güvenli yollar ne kadar önemliyse sağlıklı ve hijyenik gıda ortamı da en az onlar kadar hayatidir. Çocuklarımızın geleceği yalnızca eğitimle değil; güvenlik, sağlık ve huzurla mümkündür. Sağlıcakla kalın. EREN AKA |
Kuruluş’u bu sezon da kimse tutamaz Bu yıl Kuruluş: Orhan adıyla şanlı tarihimizin yeni bir dönemini ekranlara taşımaya hazırlanan dizi, bünyesinde Samanyolu'nu kıskandıracak kadar çok yıldız barındırıyor. Mert Yazıcıoğlu'nun Orhan Bey'i canlandıracağı dizinin yeni dönem kadrosunda Cihan Ünal, Barış Falay, Burak Sergen ve Bennu Yıldırımlar gibi kariyerlerinin zirvesinde bulunan usta oyuncular yer alıyor. Benim oyununu büyük bir umutla beklediğim isim ise kadroya son eklenen Mahassine Merabet... Orhan Bey'in eşi Nilüfer Hatun karakterine hayat verecek olan Merabet, 24 Ocak 1999 tarihinde Fas'ta dünyaya geldi. Muhammed Üniversitesi Medya ve İletişim Bölümü'nden mezun olduktan sonra İstanbul'a gelerek Nişantaşı Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü'nde yüksek lisans yaptı. Türk seyircilerin Kanal 7'deki Esaret dizisiyle tanıdığı güzel oyuncu pek çok yapımın kadrosunda yer aldı. Ben isminin yanına şimdiden uğurlu tik'imi koyuyorum. Eminim mahcup etmeyecektir. Bakın sonundan ne çıkacak? Farkındayım, uzunca bir yazı. Okumaya pek hevesli bir millet olmadığımızı da biliyorum. Ama bu yazıyı sonuna kadar okuma sabrı gösterenleri finalde büyük bir sürpriz bekliyor. 1827'de Almanya'nın Magdeburg şehrinde Ludwig Carl Friedrich Dedloid adında bir erkek çocuğu dünyaya gözlerini açar. Ancak annesi ve babası sürekli kavga etmektedir. Yakınları, bu kavgalardan etkilenmesin diye Carl'ı bir yetimhaneye verirler. 12 yaşına kadar bu yetimhanede kalır Carl, çok eziyet çeker, dayak yer ve artık kaçmaya karar verir. 12 yaşındaki Carl, bir gemide miço olarak iş bulur. Miço olduğu gemi İstanbul Boğazı'ndan geçerken Kız Kulesi'ni görür, denize atlar ve kulenin bulunduğu adacığa kadar yüzer. O sıralar Kız Kulesi cüzzamlıların kapalı tutulduğu bir minik adadır. Carl yakalanır ve Emin Ali Paşa'nın yanına götürülür. Paşa sorar "Niye kaçtın?" diye, "Dayaktan" der, "Peki de 3- 4 aydır denizlerdesin, neden İstanbul?" der Paşa, çocuk Kız Kulesi'ni gösterir, "Bu kule yüzünden, onu çok sevdim" diye cevap verir. Emin Ali Paşa onu himayesine alır. Adı Mehmet Ali olur, askeriyeye gönderilir ve sonunda paşa olur. Artık adı Mehmet Ali Paşa'dır. Çok başarılı bir asker olur, bir çok savaşta ve anlaşmada Osmanlı'yı temsil eder. Bu arada evlenir, dört tane kız çocuğu olur. Evlatlarından birisinin adı Leyla'dır. Leyla Hanım'ın da bir kızı olur, adını Celile koyarlar. Celile Hanım'ın da bir oğlu olur. Adını Nazım koyarlar, yani Nazım Hikmet... 12 yaşında Kız Kulesi'ne sığınan Carl Dedloid'in, daha sonraki adıyla Mehmet Ali Paşa'nın torunudur Nazım Hikmet. (Arkeoloji Tarihi'nden alıntı) Gaf'let kürsüsü İstanbul Ataşehir'de bir zincir marketin çalışanları kasalar dolusu domatesi çöpe dökerken kameralara yakalandılar. Ne demiş? "Çıplak hatunlar tam Afrika kabileleri seviyesine ulaşacakken kış gelecek. Tüh ya!.." (Sosyal medyadan) YÜKSEL AYTUĞ |
İÇ SAVAŞ MÜSLÜMANLARI hedef gösteriyordu. Kadınları hedef gösteriyordu. İsrail bombaları altında can veren bebekleri bile hedef gösteriyordu. Nefret yaydıkça ünü arttı. Ünü arttıkça nefret yaydı. * Korkunç bir sonla dünyaya veda eden Charlie Kirk’ten bahsediyorum. Daha 18 yaşında bir gençlik hareketi olarak kurduğu Turning Point USA ile geniş kitlelere ulaştı. Binler yüz binleri... Yüz binler milyonları buldu. Milyonlarca genç dimağın dinlediği, örnek aldığı, taptığı bir figür haline geldi. Henüz 31 yaşındaydı ama geleceğin ABD Başkanı bile deniyordu. * Tehlikeli olan da buydu zaten. Muhafazakar Amerikan gençliği Charlie’nin uç fikirlerini dinledi yıllarca. Müslümanların ülkelerini ele geçirdiğini... Siyah kadınların beyinsiz olduğunu ve siyahların köle olarak daha iyi halde olacaklarını... Tecavüze uğrasa bile kürtaj yaptıran kadınların yanlış yaptığını... İsrail bombasıyla ölen Gazzeli bebeklerin suçlu olduğunu düşündüler. Ya da düşündürüldüler. * Sıkı bir silah savunucusuydu Charlie. Öyle ki... El kadar çocukların okullarda can verdiği bir ülkede yine her zamanki gibi uçlardaydı. “Silah hakkına sahip olabilmemiz uğruna maalesef her yıl silahlı ölümlerin maliyetine katlanmaya değer” demişti. Kaderin cilvesi. Savunduğu değerler uğruna ölmüş oldu Charlie bir bakıma. * Bir de vurana bakalım. Tyler Robinson. Daha 22 yaşında. Beyaz. Ana Cumhuriyetçi, baba Cumhuriyetçi. Mütedeyyin ailede büyümüş. Büyürken evinden de elinden de silah eksik olmamış. Tanıyan eden kendisine akıllı, uslu, kafası çalışan bir genç diyor. Ortaokuldan da liseden de yüksek başarıyla mezun olmuş. * Peki bu genç adam neden Amerikan tarihinin en ünlü katillerinden biri oldu? Daha devlet bile bilmiyor. O zaman tersten soralım. Biri 1 biri 3 yaşında iki çocuğu olan Charlie neden her fırsatta bir azınlığa nefret saçıyordu? Siyasette yükselmek... Ün kazanmak... Kitlelere hitap etmek... Artık günümüzde her şey kutuplaştırmaktan mı geçmek zorunda? * İki genç... Vuran da vurulan da. Hep tartışılır. Amerika’da eyaletler ayrılır mı, iç savaş çıkar mı? Soruyorum size... nefret ediyorsa bunun adı toplumsal iç savaş değil de nedir? AKIL TUTULMASI TRUMP’ın geldiği günden bu yana kah ikili ilişkisiyle, kah şantaj gibi, kah haraç gibi ticaret anlaşmaları kovaladığını biliyoruz. Yalan yok... Ciddi taahhütler aldı koca koca şirketlerden. Yoğurdu yiyişi ona kalsın. Ülkesi adına bir şeyler yapmak için çabalıyor. * Amma velakin geçenlerde öyle bir şey oldu ki... Sakın bize gelip yatırım yapmayın dercesine. Georgia eyaletinde Güney Koreli devler Hyundai ve LG’nin inşa aşamasında bir fabrikası var. Yaklaşık 8 milyar dolarlık bir yatırım. Elektrikli araçlar için batarya üretecekler. * Size aylardır anlattığım “kaçak göçmen avı” vardı ya hani. 400’den fazla ajan bu fabrikayı terör yuvası gibi basıyor. 500’e yakın insanı gözaltına alıyorlar. Ama nasıl gözaltı? Ellere kelepçe desen var. Bellerine ayaklarına dolanmış zincir desen var. 400’den fazlası Güney Koreliymiş. * Güney Kore ayağa kalktı. Anında diplomatik kriz oluştu. Kore hükümeti vatandaşlarının serbest bırakılıp eve döndürülmesi için kriz masası kurdu. * Trump baskının arkasında durdu. “Bizim ülkemizde iş yapan, ülkemizin göçmen yasalarına saygı duysun” dedi. Ama sorun şu ki: Terörist gibi götürülen bu Korelilerin kaçak olduğu iddiasına dair ciddi şüpheler var. * Ortada Güney Kore gibi bir müttefik... Madem böyle bir iş var... Diplomasi ile, diyalog ile, kırıp dökmeden, adamları terörist gibi almadan çözülemez miydi? Zaten 8 aydır ortaya çıkan göçmen avı görüntülerinden millet tir tir titriyor. Bu görüntülerden sonra yabancı gelip fabrika açar mı? Tam bir akıl tutulması. ŞİMDİ DE EPSTEINCİ BÜYÜKELÇİ EPSTEIN meselesinin pisliğinin, pisliğin yaydığı kokunun, bu ağa takılmış koca koca isimlerin Amerika sınırlarını aştığını hep konuştuk. Alın size bir örneği daha... Peter Mandelson isimli İngiliz. Kim bu? Birleşik Krallık’ın ABD Büyükelçisi. Daha bu sene göreve başlamıştı. * Bu hafta Mandelson’ın bir mesajı ortaya çıktı. Kime? Sübyancı Epstein’e. Epstein 2008 yılında çocukları cinsel amaçlı ağına düşürmekten ötürü hapse girmeden hemen önce atılmış. Diyor ki... “Sen benim için dünyalar kadar önemlisin ve olanlar karşısında kendimi umutsuz ve öfkeli hissediyorum.” * Vay arkadaş... Bu adamın ağına düşürmediği gerçekten yokmuş. Ortaya çıktığı gibi Büyükelçilikten kovuldu Mandelson. * Pislik böylesine büyükken Trump’ın Epstein meselesine hala düzmece demeye devam etmesi de başka bir yönü işin. Bakalım daha neler çıkacak. Çıktığı gibi bu köşede karşınızda olacak. YUNUS PAKSOY |
Çok yıprandık çok! Vatandaşın siyaset kurumuna, partilere, politikacılara güveni zaten azdı, şimdi neredeyse hiç kalmadı. Başka kurumlar da aldı bu durumdan nasiplerini, vatandaş yapayalnız hissediyor kendisini… Mesela… Üzerine titrememiz gereken “Yargımız” öylesine yıpratıldı ki… Yargı kurumuna öyle saldırılar oldu ki… Ve azınlıkta kalan bazı yargı mensupları da yargı kurumunu o kadar kötü temsil etti ki… Azınlıktaki kötü örnekler, sosyal medyada öylesine acımasızca genele teşmil edildi ki… Birçok yargı mensubunun da şikâyetçi oldukları üzere, yargı kurumu da maalesef iyice yıprandı, yıpratıldı. Taraflar yargının kararını beklemiyor, istedikleri sonucun çıkması için ellerinden ne geliyorsa yapıyor. Sosyal medya baskı unsuru olarak kullanılıyor… Yok şu tutuklansın, yok şu serbest bırakılsın. Bir kampanya başlatılıyor ki… Sonuçta yargı hangi konuda hangi kararı verirse versin yıpratılmış oluyor… Hâkimler, savcılar alenen tehdit edilebiliyor; öyle bir dönemdeyiz. Bazı avukatlar, olmadık işlerin failleri olarak öne çıkıyor ve bu durum da yargı dünyasının çok önemli bir kolu olan avukatlık mesleğini yıpratıyor. Bu durumdan da birçok avukat şikayet ediyor. Emniyet üzerinde de bir dolu tartışmalar oluyor… Birçok polis memuru, sosyal medya kampanyalarıyla mağduriyetlerini dile getirmeye çalışıyor… Bizim de zaman zaman dile getirdiğimiz sıkıntıları var polis memurlarının… Ve bu sıkıntıların giderilmesi yönünde maalesef dikkat çekici adımlar atılmıyor. Bu konular sosyal medyada tartışıldıkça da polisimiz hep şikâyet eder duruma düşmüş oluyor. Öte yandan, bazı üst düzey emniyet mensupları hakkındaki soruşturmalar, gözaltılar, tutuklamalar gündemde, özellikle de sosyal medya gündeminde geniş yer tutuyor. Dahası, sokaklarda şiddete uğrayan, hırpalanan polis memurları görüntüleri geliyor gündeme… Polisin kendisine yönelik saldırılar karşısında silah kullanması halinde büsbütün sıkıntıya girdiği söyleniyor… Polisin yakaladığı saldırgan, ertesi gün adli kontrol şartı ile serbest bırakıldığında, sosyal medya kampanyaları yürütülüyor… Sosyal medyanın kirli ortamında polis de, savcı da yıpratılıyor. Cezaların arttırılması, polisin, savcının işi değil; Meclis’in işi ama bu ortamda kime dert anlatacaksın? Meclis derseniz… Vekil sayısı altı yüze çıktı ama sokaktaki vatandaş “Bu kadar vekile ne gerek var, 300 çok bile. Bizdeki vekillerin çoğu lider vekili zaten!” diyor… Siyaset kurumu ve vekiller… * Ve bürokrasi… Bürokrasideki koltuk sahipleri o kadar sık değişiyor ki… Telefon fihristinizde sürekli olarak değişiklik yapmak zorunda kalıyorsunuz; Genel müdür, eski genel müdür… Daire başkanı, eski daire başkanı… Kızağa alınmış o kadar çok kamu görevlisi var ki… Bir araya gelseler stat doldururlar! Bunlardan bazılarını, kıyada köşede görüyoruz… Tecrübeleri çok ama kızakta bekliyorlar! Yerlerine getirilenlerin de en fazla bir iki yıl içinde kızağa çekilmeleri kaçınılmaz gibi… Böyle olunca orada bir erozyon durumu… * Medya derseniz; bizim alan… Orası büsbütün berbat! Son olarak “kara para aklama” iddialarıyla ilgili operasyon… Aman Allah’ım ne korkunç paralar geldi gündeme… Medya öyle bir halde ki, kuruluşlarının kahir ekseriyeti sokaktaki vatandaştan kopuk! Öylesine takılıyor, ne işe yarıyorsa onca televizyon mesela! * Eğitim, okullar, öğretmenler… Onlar da çok yıprandılar… Yıpratıldılar… Biz öğretmene saygısızlık etmeyi aklımızdan geçiremezdik, şimdi öğretmen ile kavga etmeyeni adamdan saymıyorlar! * Toparlanmamız lâzım… Bir an evvel! Yoksa… Allah korusun… Manevi Vatan elden gider! SERDAR ARSEVEN |
Dünyayı çılgınlar yönetiyor; akıllı olmak gerek… İsrail, gözü dönmüş bir siyasinin başbakanlığında, ülkesinin kuruluşuyla birlikte belirlenmiş ve elden ele geçerek Netanyahu’ya kadar gelmiş bir projenin gerçekleşmesi için, ‘tarihi fırsat’ olarak değerlendirilen 7 Ekim 2023 Hamas saldırısını, Filistinlileri Filistin’den temizlemek amacıyla kullanıyor… Bundan hiç kuşkum yok. Fırsat yalnızca o saldırı da değil, arkasında Birleşmiş Milletler’de veto yetkisine sahip güçlü bir ülke -ABD- var ve o ülkenin başında da gelmiş geçmiş en İsrail yanlısı bir başkan -Donald Trump- bulunuyor… Bundan da kuşku duymak için bir sebep yok. Dahası, yarıya yakını değişik ülkelerde yaşayan Yahudi nüfusun İsrail’i ülke seçmiş olanlarının kalabalık bir bölümü de, varlığını fark ettikleri projeden yana tavır sergiliyor ve Netanyahu da partisi Knesset’te her an koltuğunu kaybedebileceği bir kırılgan durumda olmasına rağmen, gözlere batırırcasına uyguladığı ‘soykırımı’ o sayede sürdürüyor. Batı ülkelerinin çoğunda demokrasi ve uluslararası hukuk konularında hassasiyeti olmayan siyasiler iktidarda; oralarda İsrail’i kınayan insanlar kendilerini ya cezaevlerinde buluyorlar ya da ülkeden kovuluyorlar. İslam Dünyası’nın hali de ortada. Kudüs’teki Mescid-i Aksa’nın kundaklanmaya kalkışılması üzerine, yapılana sessiz kalan Batı ülkelerini petrol boykotu uygulatarak hizaya getiren türden bir kral yok bugün; İsrail’in yakın çevresinde tehdit algılayabileceği güçte ülke de kalmadı. Netanyahu böyle bir ortamda sürdürüyor soykırımını ve ‘Filistin topraklarına bütünüyle hakim İsrail projesi’ bu dünya tablosu sayesinde adım adım hayata geçiyor… Bir zamanlar kendi ırktaşlarına karşı Batı’da uygulanmış ‘nihai çözüm’, günümüzde İsrail tarafından Filistinliler üzerinde tekrarlanıyor… Netanyahu’ya kalsa, haritalarda Filistin sözcüğü ile karşılaşmayacak gelecek nesiller… Peki ona kalacak mı? Ya da daha anlaşılır biçimde sorayım: Netanyahu-Trump ikilisinin soykırımcı, etnik temizlikçi, uluslararası hukuka saygısız ve sonuçta Filistin’in varlığının bütünüyle ortadan kalkmasını getirecek girişimleri akamete uğratılamaz mı? Zor olmakla birlikte, elbette akamete uğratılabilir. Şu anda dünyanın gözü önünde gerçekleştirilen kanlı plan vicdanların kolay kabulleneceği türden değil. Nitekim neredeyse bütün ülkelerde sokaklar çok şiddetli tepki veriyorlar. Her eğilimden, her dinden genç-yaşlı insanlar, Gazzelilerin tepelerine indirilen bombalarla, açlıkla yok edilmek istenmesine isyan ediyorlar… Vicdanlar karşısında zulüm ilanihaye payidar olamaz. Bir gün mutlaka vicdanlı insanlar vicdansızları yenmeyi başaracaktır. İyi de ne zaman? Kanlı projeyi hayata geçirmek üzere yola çıkanların acelesi var; bunu Gazze üzerinde uygulanan temizleme girişiminin iki yıl içerisinde aldığı mesafeden anlayabiliyoruz. Başlattığı kara harekatıyla Gazzelilere fazla bir seçenek bırakmadı Netanyahu: Ya topraklarını terk edecekler ya da ölecekler… Böylesine bir durumda insanların çoğunun son kertede nasıl davranacağını tahmin etmek zor değil: Mısır kapalı tuttuğu Refah kapısını baskılar altında açmak zorunda kalacak, Batı Şeria’da çoğu kamplarda yaşayan Filistinlilerin ölüm tehdidi altındaki hallerine daha fazla dayanamayan Ürdün de ülkesine gelecek olanları kabul edecektir. İsrail’in Filistin’i haritadan silme projesini akamete uğratmak isteyecekler de acele etmek zorunda. 1970’lerde, dünya enerji kaynaklarının çoğuna hükmeden İslam Dünyası için, petrol boykotu akıllı ve sonuç alıcı bir yöntemdi; işe de yaradı. Bu günün dünyasında eskisi kadar işe yaramayabilir, ama yine de aynı yönteme başvurulabilir. İsrail’i yaptıklarından vazgeçirmek için ABD’yi zorlamak, bunda başarılı olmak için ise ekonomisine dönük yöntemler bulmak gerekiyor. ABD ve İsrail ekonomilerine doğrudan zarar vermek mümkün. Körfez ülkeleri Trump’a vaatlerini yerine getirmeyeceklerini açıklayabilir, Batı ülkelerinin ürünlerine sınırlarını kapatabilir, gereksiz alımlar durdurulabilir. Tepkileri bir uluslararası hareketliliğe dönüştürmenin yolları da aranabilir. Batı’daki kritik tesislerde, önemli kurumlarda çalışan, yürütülen soykırım ve etnik temizlik girişimini vicdanları kabul etmeyen kişilerin, dünyanın dört bir tarafında, eş-zamanlı olarak, işlerini bıraktıklarını bir düşünün… Mevzii boykotlar yerine, uluslararası büyük firmaların iş yapamamak yüzünden mağazalarını kapatma noktasına geldiklerini… Büyük hesap sahiplerinin Batı bankalarından paralarını çektiklerini… Trump’ı dize getirmeden Netanyahu’yu durdurmak zor. İşe bu kabulden başlamak gerekiyor. FEHMİ KORU |
Gidecek yol var Borsa İstanbul’da BİST 100 endeksi geçen hafta %8,89 gibi oldukça ciddi bir prime imza atarak, önceki iki haftada gerçekleşen kayıplarını geri aldı. Bu yükseliş, aynı zamanda son 11 haftanın da en hızlı primi oldu. Cuma gününü 11.294 puandan tamamlayan endeksin, aynı zamanda önemli bir direnç seviyesi olan 11.250’nin de üzerinde kapanış yapması, teknik anlamda pozitif sinyal oldu. 11.000-11.250 bandı üzerinde konumlanacak bir endeksin, ilk etapta yeniden tarihî zirve olan 11.605’e doğru yönelme isteği de piyasada “muhtemel” görünüyor. Ana hatlarıyla “enflasyonda düşüş, faizlerde gerileme ve dengeli büyüme” şeklinde öne çıkan ekonomi hikâyesinin yoluna devam etmesi, ülke risk priminde (CDS) önemli bir düşüşü destekliyor. Geçen hafta risk primi, 237 puan ile Şubat 2018’den bu yana en düşük seviyeye geriledi. Son 7,5 yılın da en dip seviyesi test edilmiş oldu. Bu gelişme, borsayı destekleyen önemli bir katalizör oldu. Emsal olabilecek birkaç ülkenin CDS oranlarına bakarsak; Brezilya’da 125, Endonezya’da 71, Meksika’da 85 ve Güney Afrika’da 146 civarında seyrettiğini görüyoruz. Bu oranlar, aslında Türkiye’nin de risk priminde “daha düşük seviyelere doğru yolunun olabileceğini” gösteriyor. Kredi risk priminin düşmeye devam edeceği bir senaryoda yabancı yatırımcı güveninin ve ülkeye girişlerinin artması, borçlanma maliyetlerinin azalması söz konusu olacağından; ekonomik büyümenin destek bulması ve piyasaların genelinde daha olumlu bir havanın oluşması da beklenebilir. Küresel tarafta ise geçen hafta ABD Merkez Bankasının bu yıl ilk faiz indirimine giderek politika oranını %4,25’e çekmesi, ekim ve aralık toplantılarında da faiz indirimlerine kapıyı aralaması ABD dolarını dünyada zayıflattı. Rezerv para dolar için “daha düşük faiz” tahminleri, Türkiye’nin de aralarında bulunduğu gelişmekte olan ülkelere yabancı sermaye akışının artması beklentisini de canlı tutuyor. ÖMER FARUK BİNGÖL |
Fırsata köstek değil destek olma zamanı GÜNEŞLİ ama buz gibi bir sonbahar gününde Türk bayraklı makam aracı Beyaz Saray’ın güney girişine yaklaştığında Donald ve Melania Trump çifti, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve eşi Emine Erdoğan’ı karşılamak için dışarıdaydı. Takvimler 13 Kasım 2019’u gösteriyordu. Ve bu, sonraki 6 yıl boyunca bir daha göremeyeceğimiz bir kareydi. Hoş...Biden döneminde büyük bir kriz yaşanmamış, ilişkiler hız kontrolüne alınmış bir araba gibi ağırdan ama duraklamadan yoluna devam eden şekilde ilerlemişti ama... Beyaz Saray’da yüz yüze etkileşim yaşanmamıştı. * Trump ikinci kez seçildiğinde bir ihtimal belirmişti ufukta. İlişkiler ya arşa çıkabilir ya da yerin dibine girebilirdi. Trump’ın dahil olduğu her şey gibi değil mi zaten... Ya çok harika ya çok berbat. * İlk 8 ayda Trump’ın çatmadığı, tehdit etmediği kalmadı diye düşünüyorsanız... Ben size söyleyeyim. Türkiye’yi asla kötülemedi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı asla hedef almadı. Öyle ki... Netanyahu 7 Nisan’da Oval Ofis’te otururken Erdoğan’ı hedef almaya kalktığında bir İsrail Başbakanı’nın Beyaz Saray’da duyabileceği en sert cevaplardan birini aldı: “Makul ol.” Erdoğan’ın BM Genel Kurulu için New York’a inmesine 48 saat kala Trump, şahsi hesabından son dakikayı patlattı. “Her zaman çok iyi ilişkiye sahip olduğu” dostunu Beyaz Saray’da ağırlamayı “dört gözle” bekliyordu. * Gündemi de söyledi Trump. Ticari ve askeri anlaşmalar. Boeing uçaklar, F-16’lar, F-35’ler... Hatta F-35’leri de artık olumlu şekilde sonuçlandırmak istediğini söyledi. * Ben Washington’da zirve havasına çoktan girmişken memlekette bir iddia ortaya atıldı. Neymiş bu? “Boeing satışı duyurulacak” diye davet gelmiş. Aylardır Trump yönetimini yazıyorum bu köşede. II.Trump dönemi, I. Trump dönemi değil. Tamamen farklı. Dünyalar kadar farklı. Yeni dönemi okuyamayanlar... Trump’ın yeni yönetim şeklini çözemeyenler... Eski Amerika’nın bitip yepyeni bir Amerika’nın doğum sancılarını göremeyenler bu meseleye atlamış. * 8 aydır Beyaz Saray’a kim geldiyse... Başkanından başbakanına... İş insanından milyarderine... Trump hepsiyle bir tür “alışveriş” duyurdu. Ya Yeni Amerika okyanus ötesinden okunamıyor... Ya da her gün gözlerimle gördüğüm Beyaz Saray’daki “business as usual” denilen “her zamanki haller” sanki büyük bir olaymış gibi aktarılıyor. Bir sürü meselemiz... Yığınla çözmemiz gereken şey var. Trump’ı yakalamışken fırsatların ise haddi hesabı yok. Kolay olacak mı? Sanmam. Ama iş buraya kadar gelmişken tarihin en öngörülemeyen ve dengesi kestirilemeyen Amerikan yönetimiyle ters düşmenin sonuçlarını kimse tahmin edemez. Seni, beni, bizi... Hepimizi etkiler. Velhasıl... Fırsat ayağa kadar gelmişken Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne köstek değil destek olma zamanı. TOPLANIP İSRAİL DİYELİM ÇOK acayip bir olay anlatacağım. Amerika’nın 50 eyaletinden 250 yerel Kongre üyesi geziye çıktı. Ama öyle deniz, kum, güneş gezisi değil bu. İsrail devleti sponsorlu İsrail gezisi. Bu devlet turunun adı ne olsa beğenirsiniz? 50 eyalet, bir İsrail. Nasıl yani? 50 eyalet, bir Amerika Birleşik Devletleri değil miydi? Ağustosta Kongre yaz tatiline girdiğinde Meclis Başkanı Johnson’dan üst düzey Senatör ve Vekillere kadar hepsi koşa koşa İsrail’e gidince “Başkent Tel Aviv’e taşınsın” diye takılmıştım. Ama iş ciddi gibi sanki. Artık 50 eyaletin bir araya gelip oluşturduğu bu ülkeye toplanıp İsrail mi desek? YUNUS PAKSOY |
Abdullah Mihal Gazi Osmanlıları tarih sahnesine çıkaran en mühim amil gazadır. Gaza olmasaydı Osmanlı da olmazdı. Birbirlerine ölümüne bağlı bir avuç mücahid din-i mübin yolunda cihada koyulduğunda hiç kimse onların cihan tarihinin görmüş olduğu en büyük devleti kuracağını tahmin edemezdi. Bugünkü Söğüt kasabasından yola çıkıp 22 milyon kilometrekareye varmak ve bu sahada "ta’mir-i bilad, terfi’-i ibad" ederek hüküm sürmek dünya tarihinde tektir. Daha büyük toprak parçalarına hâkim olanlara bakıp da yanlış hüküm vermeyelim. Mesela Cengiz’in toprakları daha genişti. Ne var ki onun hükümranlığı saman alevi gibi oldu. Hem herkesi yakıp kül etti hem çok kısa sürdü. İngiliz'in üzerinde güneş batmayan imparatorluğu ise Cengiz Han’ınkinden çok daha berbattı. Müstemleke hâline getirdiği memleketleri iliklerine kadar sömürdü. Öyle bir sömürü ki bugün hâlâ o memleketler o acı günlerin izlerini tam olarak silebilmiş değil. İngiliz sömürüsünü nükleer bomba düşmüş gibi düşünmek lazım. O bölgede senelerce ot bitmemesi gibi bir şey hatta daha kötüsü… Osmanlı ordusunun iki ana sınıfa ayrıldığını biliyoruz. Merkezde kapukulu askerleri bulunur ki bunların en mühim kısmını yeniçeriler teşkil eder. Klasik devirde sayıları 12 bin kadardır. Maaşlı askerdir. Timarlı sipahiler ise askerî ordunun en büyük kısmıdır. Seferin büyüklüğüne ve ihtiyaca göre sayısı değişir ve iki yüz bine kadar ulaşırdı. Bu iki sınıfın dışında birtakım yardımcı sınıflar da bulunurdu. Akıncılar da bunlardan biriydi. Vazifesi düşmanı rahat bırakmamak, her an zayıf tutmaktı. Baharla birlikte akınlar başlar, Avrupa içlerine, Rusya içlerine akınlar yapılırdı. Akının büyüklüğüne göre sayıları değişirdi. Sayı yüzlerle ifade edilebildiği gibi binlerle hatta on binlerle de ifade edilebilirdi. Yıldırım süratiyle düşman ülkesine girilir, hedefler vurulur, esir ve ganimetlerle dönülürdü. Osmanlıyı Osmanlı yapan ailelerden biri de Mihaloğullarıdır. Harmankaya tekfuru Mikhael Kosses gördüğü büyük merhamet neticesinde Osman Gazi’ye yakınlaşmıştı. Bu yakınlaşma, Eskişehir beyinin Osman Gazi’yi öldürmek üzere takip ettiği bir hadisede başlamıştı. Eskişehir beyinin yanında Michael Kosses de vardı. Birkaç adamıyla Eskişehir beyinden kaçmakta olan Osman Gazi büyük sayı dengesizliğine rağmen bir anda geri dönüp karşı tarafa kılıçlarla dalmıştı. İki taraf arasında geçen şiddetli çarpışmada Eskişehir beyi muvaffak olamayacağını anlayınca çareyi kaçmakta bulmuştu. Köse Mihal ise Osman Gazi tarafından ele geçirilmişti. Mukâteledeki bahadırlığı ve ele geçirilince korku emaresi göstermeden öldürülmeyi beklemesi Osman Gazi’yi etkilemiş ve affına sebep olmuştu. Köse Mihal canına kastettiği Türk’ün kendisini af ve azat ettiğini görünce sevinçten ellerine sarılarak, “Bundan böyle en yakın yardımcın ve dostun ben olacağım, ne olur bana güvenin” dedi. İsmini Peygamber Efendimiz koydu Mihal Bey, Osman Gâzi'nin bu iyiliğini unutmayarak onu düşmanlarının pek çok tuzaklarından haberdar etti. Çeşitli seferlerde ordularına öncülük yaptı. Osman Gazi 1298’de Bilecik ve Yarhisar’ı aldıktan sonra 1299 yılında adına hutbe okutarak devletini kurdu. Bölgedeki Bizans tekfurları ile büyük bir mücadele içerisine girdi. 1313 yılında Sakarya vadisine sefere çıkacağında Harmankaya Tekfuru Köse Mihal’i rehberlik yapması için katına davet etmek üzere adamlarını gönderdi. Oysa bu sırada Köse Mihal, Osman Gazi’nin yanına varmak üzere idi. Elçilerle yolda karşılaşarak geri döndüler. Mihal Gazi nice cins atlar, iyi kılıçlar, değerli şallar ile Osman Gazi’yi selamladı, Kelime-i şehadet getirdi ve; "Ya Osman Gazi! Düşümde Muhammed aleyhisselamı gördüm. Bana imanı telkin etti. Kelime-i şehadeti, Fatiha’yı ve İhlas suresini dahi öğretti. Abdullah diye hitap ederek sabah ile beraber atına bin, Osman Gazi’nin katına var. O, fî-sebilillah Hak yoluna gazaya niyet itmişdür ve benim ak alemüm anun katındadur. Ona var, tabi ol. Osman’la birlikde gazaya bel bağla! Senin dahi neslin âleme tola. Ced be ced gazalar ideler; yanında anlarun nam-dar kimesneler olalar; ta Ungurus vilayetine değin İslam sancağını çekip İslam dinin aşikâre ideler" didi. Düşümden uyandum, yüzümde İslam’ın nurunu gördüm” dedikten sonra Osman Gazi’nin önünde tekrar Kelime-i şehadeti arz etti... Osman Bey ve gazileri bu hadiseden büyük sevinç duydular. Kendisine tebrik ile ziyafetler verdiler. Abdullah Mihal Gazi bundan sonra Osman Bey ile birlikte bütün seferlere katıldı. Pek çok yararlık ve kahramanlıklar gösterdi. Bursa'nın fethinde de bulunan Gâzi Mihal 90 yaşını aşmış olduğu hâlde 1327 yılında vefat etti. Bilecik’in İnhisar ilçesine bağlı Harmanköy’deki türbesine defnedildi... İşin en mühim tarafı bu güzel ailenin Osmanlıya yüzlerce sene hizmet etmesidir. Abdullah Mihal Gazi’den sonra oğulları ve oğullarının oğulları ve daha nice nesillleri din-i mübin yolunda Osmanlının fedaisi olmuştur... Abdullah Mihal Gazi’nin Aziz Paşa, Balta Bey ve Gazi Ali Bey adlarında üç oğlu vardı. Aziz Paşa, Vize Kalesi başta olmak üzere nice fetihlerde bulunmuş ve 1403 yılında vefat etmiştir. Dedesinin adını taşıyan oğlu Gazi Mihal Bey en büyük akıncı liderlerinden biri olmuştur. Mihal Bey 1435 yılında Edirne’de vefat etmiş olup türbesi Gazi Mihal Bey Camii hazîresindedir. Abdullah Mihal Gazi’nin diğer oğlu Balta Bey Rumeli’deki akıncı kolları içerisinde büyük yararlıklar göstermiştir. Rumeli’de İhtiman’a yerleşmiş ve akın faaliyetlerini buradan yürütmüştür. Mihaloğulları, Rumeli’de olduğu gibi Anadolu’da da önemli hizmetler yapmışlardır. Gazi Mihal’in bir diğer oğlu Gazi Ali Bey’in soyundan gelenler Bursa ve Amasya’da yerleşmişler, idarî görevlerde bulunmuşlardır. II. Murad devri başında Amasya valisi bulunan Yörgüç Paşa’nın Mihaloğulları’ndan Gazi Ali Bey’in soyundan geldiği vakfiye kayıtlarından anlaşılmaktadır. Bu koldan gelen Mihaloğulları günümüze kadar sürmüştür... Mihaloğlu Ali Bey gazilerine, “Cihânda cân hemîn cânân içündür; Belî erkek kuzı kurbân içündür” diye selendiğinde mücahidlerin cevabı, “Bizim dahi budur Hakdan recâmuz; Sen âmîn it kabûl olsun du’âmuz” oluyordu. Ya Rabbi ne ihtişamlı senelerdi onlar... Yörükler, Abdullah Mihal Gazi’yi hiçbir zaman unutmadılar. 7 Eylül’de Mihal Gazi 697. Yıldönümü vesilesiyle bir kez daha anıldı. Bu büyük gazinin anma toplantısına ve yapılan Yörük şenliğine ben de katıldım. Yaşlı bir Yörük, "Hocam dinî bayramlarımız dışında köyümüzün özel kutladığı bir bayram da 'Türbe bayramı'dır. Biz her yıl bu bayramı şenliklerle kutlarız" dedi... İşte tarihimizin bu mümtaz gazi şahsiyetleri yaşatılırsa tanıtılırsa millet de yaşar. Unutulursa millet de vatan da unutulur. Gerçekten de İstanbul, Bilecik Eskişehir ve daha birçok yakın uzak yerden genç, ihtiyar, kadın, erkek, amir, memur, esnaf, çiftçi oraya toplanmıştı. Bu arada türbeyi II. Abdülhamid Han’dan sonra neredeyse yeni baştan tamir ettiren bir önceki Kaymakam Ali Açıkgöz Bey’i ve şenliğe büyük katkı yapan türbede gece gündüz Kur’ân-ı kerim okuma geleneğini getiren şimdiki kaymakam Mücahit Ünal Bey’i tebrik ediyorum. Millet devlet kaynaşmasını en güzel bir şekilde ifa ettiler. Bu manzaraya şahitlik edince asil milletimizin hücrelerinde büyük vatan aşkının şehadet duygusunun tarih ve din şuurunun bitmediğini görüyor ve ümitleniyoruz. Zira yakın gelecekte bunlara çok ihtiyacımız olacak!.. AHMET ŞİMŞİRGİL |
Ahlakı Anlatmak mı? Ahlakı Yaşamak mı? Dünyanın ahlaki bir kriz ve bunalım içerisinde olduğu konusunda hemfikiriz. Bugün hangi içtimai alana bakarsanız bakın orada insanın eski insan olmadığı, fen ve teknik alanında ilerlemenin ahlak alanında ise bir gerilemenin yaşandığı konuşuluyor. Sorun şu ki herkes kurtuluşu ötekinin değişmesinde ve düzelmesinde arıyor. Ahlakı yaşamak yerine ahlakı anlatmak, başkalarının ahlaklı olmasını arzulamak daha çok rağbet görüyor. Başkalarını değiştirmek ve düzeltmeye çalışmak yerine keşke önce kendimizi değiştirmeye ve kusurlarımızı azaltmaya odaklansak. Ahlakı anlatmak yerine ahlakı yaşasak. Sözlerimiz yerine eylemlerimizle, şahsiyetimizle ahlakı daha görünür kılsak. Gür sedalarla duyurduğumuz ahlaki ilkeleri ve kuralları, bizzat kendi hayatımıza, ilişkilerimize, ticaretimize, eylemlerimize tatbik etsek daha faydalı ve daha tesirli olmaz mı? Mısırlı Türk eğitimci ve reformcu Muhammed Abduh: "Batı’ya gittim, İslam’ı gördüm ama Müslüman yoktu; Doğu’ya döndüm, Müslümanları gördüm ama İslam yoktu” der. Bu dizelerde kastedilen şey; Müslüman olmamasına rağmen, ticaretinde, iletişiminde, ilişkilerinde, kısacası gündelik hayatında ahlakı yani İslam ahlakını yaşayan ve yaşatan batılı insanlar ve İslamiyet’i kendisine din olarak seçtiği halde İslam ahlakına sahip olmayan Müslümanlardı. Ne acıdır ki, Müslümanlar olarak kurtuluşumuzu bizim dışımızdakilerin ahlaklı olmasında arıyoruz. İsmet Özel; “Herkes neyi düzelteceğini, neyin düzeltilmesi gerektiğini biliyor; ama bu düzelecekler, düzeltilecekler arasında kendisi yok.” Düzelmesi beklenen ve düzeltilecekler listemizde; siyasetçiler, çiftçiler, memurlar, anneler, babalar, çocuklar ve daha pek çok zümreler var fakat kendimiz bu listede yer almıyoruz. Gelin kendimize samimi bir soru soralım; Başkalarında aradığım kişilik özellikleri ve ahlaki özellikler kendim de var mı? Başkalarının olmasını istediğim o ideal insan mıyım? Oldukça basit, herkesin yanıtlayabileceği ve mutlaka yanıtlaması gereken sorular. İnsan, kendinden razı ise değişmesi pek olası değildir. Evvela insanın kendinden razı olmaması, kendini beğenmemesi lazım ki değişme ve daha iyi bir insan olma yönünde bir iştiyakı ve çabası olsun. Son yıllarda sıkça duyduğumuz bir kavram olan, “Narsistik Kişilik Bozukluğu;” erken yetişkinlik döneminde (22-40 yaş) başlayan, kişinin kendi bedensel veya zihinsel benliğine karşı aşırı düzeyde hayranlık duyduğu, yani kişinin kendisine âşık olması şeklinde de tanımlanan bir kişilik bozukluğu terimidir. Dinimiz, bir ahlak dinidir. Bakınız Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.); “Ben, güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim” buyuruyor. Ve şahsında tecelli eden ahlaki ilkeler ve yaşayış ile henüz peygamber olmadan, “Muhammedü'l-emîn” ismini alıyor. İnanmayanların dahi güvendiği ve sığındığı, emin bir liman; en güvenilir ve müstesna insan. İnsan, kusurlu ve aciz bir varlıktır. Kimseden kusursuz ve mükemmel olmasını bekleyemeyiz. Bizde pek çok hataları, eksikleri, zaafları ve kusurları olan aciz bir kuluz. Fakat insan daha iyi bir insan olma, daha merhametli olma, güvenilir olma, ahlaklı olma noktasında pek çok imkânlara ve olanaklara sahiptir. İşte bu olanakları kullanarak daha iyiye doğru bir yolculuğa çıkmak lazım. Sırat-ı müstakim üzere yürümek ve ondan ayrılmamak lazım. Yolun ve yolculuğun da elbet bir kaderi var. Zaferin sahibi elbette Allah, lakin biz seferimizi hayr eyleyelim. Evvelimiz, akıbetimiz ve ahirimiz hayr olsun… ÖZKAN SAPSAĞLAM |
THY’nin 225 uçaklık siparişi: Büyük rüya, ağır yük Türk Hava Yolları’nın 225 uçaklık dev siparişi, ilk bakışta “küresel vizyon”un işareti gibi sunuluyor. Ancak madalyonun öteki yüzüne baktığımızda, bu hamlenin ağır ekonomik ve stratejik riskler taşıdığını görmek zor değil. Liste fiyatı 100 milyar doları aşan, indirimlerle bile 50-60 milyar dolara mal olacak bu anlaşma, THY’nin bugünkü bilançosu için son derece yüksek bir yük. Bu ölçekte bir yatırım, Türkiye’nin zaten kırılgan olan dış borç tablosunu daha da ağırlaştıracak. Çünkü bu uçakların önemli kısmı ABD Exim Bank kredileriyle finanse edilecek. Yani Türkiye, ekonomik olarak sadece daha fazla borçlanmayacak, aynı zamanda ABD’nin siyasi ve ticari baskısına karşı daha da bağımlı hale gelecek. Bir başka risk de finansman maliyetleri. ABD’de faizler hâlâ yüksek seyrediyor. Bu, uzun vadede THY’nin borç-servis maliyetini artıracak. Dahası, olası bir küresel kriz ya da bölgesel çatışma, bu devasa borç yükünü taşınamaz hale getirebilir. Pandemi döneminde gökyüzünde yüzlerce uçağın park halinde beklediğini unutmadık. Bu kadar büyük filo yükü, benzer bir senaryoda THY için felaket olabilir. Kur riski kısmen doğal hedge ile dengeleniyor olsa da, THY’nin gelirlerinin önemli bölümü dolar ve euro cinsinden. Ancak içerideki maliyetler - personel giderleri, yer hizmetleri, bakım ve operasyonel harcamalar - TL üzerinden. Bu durum, döviz kurlarındaki her dalgalanmada baskıyı artıracak. Bir de tek tedarikçi riski var. 225 uçağın büyük bölümünün Boeing’den alınması, THY’yi stratejik olarak ABD’ye daha bağımlı kılıyor. Avrupa merkezli Airbus ile dengelenmeyen böyle bir alım, Türkiye’nin havacılıkta manevra alanını daraltır. Yarın Washington’dan gelecek siyasi bir karar, bu dev anlaşmayı Türkiye için “kaldıraç yerine zincir”e dönüştürebilir. Sonuç olarak: THY’nin bu adımı, “büyük vizyon” diye alkışlanabilir. Ancak finansal ve jeopolitik riskler göz önünde bulundurulduğunda, bu sipariş Türkiye için ağır bir bedel anlamına geliyor. Küresel bir havayolu olma hevesi, eğer dikkatli yönetilmezse, THY’yi devasa borç yükünün altında ezebilir. REMZİ ÖZDEMİR |
DH forumlarında vakit geçirmekten keyif alıyor gibisin ancak giriş yapmadığını görüyoruz.
Üye Ol Şimdi DeğilÜye olduğunda özel mesaj gönderebilir, beğendiğin konuları favorilerine ekleyip takibe alabilir ve daha önce gezdiğin konulara hızlıca erişebilirsin.