Arama butonu
Bu konudaki kullanıcılar: 1 misafir, 1 mobil kullanıcı
22
Cevap
2124
Tıklama
10
Öne Çıkarma
Cevap: Katma Değer Piramidi ve Türkiye’nin Konumu (2. sayfa)
M
2 ay
Yarbay
Konu Sahibi

Türkiye’de üretime dayalı yüksek katma değerli girişimcilik kültürünün neden yeterince gelişemediğini açıklayan kritik bir yapısal gözlem olarak: Nitelikli girişimci sayımızın düşük kalmasının ardında, üretmek yerine ‘al-sat’ odaklı bir kültürün inşa edilmiş olması yatıyor.

Bu kültürel altyapının kökeni, 1980’li yıllarda başlayan dışa açılma politikalarıyla birlikte ekonomi politikasında yaşanan radikal dönüşümlere kadar uzanıyor. Toptan-ticaret merkezli ekonomi modelinin benimsenmesi, ithalat kolaylığı ve vergi avantajları ile birlikte “ürün geliştirmektense” yurtdışından hazır ürün getirip satmak, kısa vadede daha kazançlı ve düşük riskli bir iş modeli haline geldi. Bu durum, uzun vadeli Ar-Ge yatırımı gerektiren, üretken girişimciliğin geri plana itilmesine yol açtı.

Zamanla bu zihniyet, sadece bireysel değil kurumsal düzeyde de kökleşti. Yeni nesil girişimciler, fabrika kurmaktansa butik bir e-ticaret sitesi açmayı veya arsa, ev alıp satmayı daha kârlı bulur hale geldi. Devlet teşviklerinin ve bankacılık sisteminin de bu tarz ticari faaliyetleri destekler biçimde organize olması, üretim temelli girişimcilik için ihtiyaç duyulan finansman ekosisteminin oluşmasını engelledi. Sonuçta, girişimcilik demek ‘aracı olmak’, ‘al-sat yapmak’, ‘komisyon almak’ gibi dar ve kısa vadeli çıkar hedeflerine indirgenmiş bir pratik haline dönüştü.

Türkiye’de girişimciliğin büyük bir kısmı, üretim veya yüksek katma değer yaratma hedefinden ziyade mevcut değerin transferi üzerinden kurgulanıyor. Bu, özellikle emlak ve ikinci el otomobil gibi sektörlerde belirginleşiyor. Yeni bir ürün veya teknoloji geliştirmek yerine, alınan bir mülkü üzerine ek bir değer koymadan “havadan” satmak, ticari başarı olarak görülüyor. Bu yaklaşım, aslında ekonominin büyümesine değil, değerin el değiştirmesine hizmet ediyor.

Örneğin, İstanbul’da bir emlak ofisinin 2023’te yaptığı işlemlere bakalım. Söz konusu ofis, yıl boyunca ortalama 15 milyon dolarlık satış yaptı. Bu işlemler için yüzde 2,5 komisyon oranı uygulandı. Sonuç? Yaklaşık 375.000 dolar sadece komisyon geliri. Bu gelirin kaynağı nedir? Ne bir üretim bandı kuruldu, ne bir patent geliştirildi, ne de bir yazılım yazıldı. Sadece evler alındı, satıldı ve bu dönüşümden ciddi bir gelir elde edildi.

Oysa aynı sermaye, bir AR-GE merkezine ya da girişim fonuna yönlendirilseydi; örneğin, yapay zeka destekli emlak analiz yazılımı geliştirilseydi, bu yazılım küresel ölçekte SaaS (Software as a Service) modeliyle satılabilir, yıllık milyonlarca dolar lisans geliri elde edilebilirdi. Bu model, “havadan” değil, bilgi üretiminden doğan bir değerle beslenirdi.

Ancak Türkiye’de bu tür bilgiye dayalı girişimler henüz kültürel olarak geniş kabul görmüyor. Çünkü “al-sat” ile kolay para kazanılabildiğine dair yapısal sorun, nesilden nesle aktarılıyor. Üniversite mezunu bir genç bile, bir yazılım şirketinde 1 yılda 10.000 dolar kazanmak yerine, bir konut satıp 5.000 dolar komisyon almayı daha “mantıklı” bulabiliyor. Bu zihniyet, uzun vadede üretim ekonomisine ket vuruyor.

Bu kültür sadece yeni iş modellerini engellemekle kalmadı, aynı zamanda potansiyel girişimcileri de caydırdı. Örneğin, bir yazılım geliştiricinin birkaç yılını verip dünya çapında bir ürün ortaya çıkarmak yerine, yurtdışından yazılım lisansı alıp yerli firmalara satması daha kolay ve hızlı bir gelir kapısı haline geldi. Bu durum Türkiye’nin “üreten değil, tüketen” bir teknoloji pazarı olarak konumlanmasına neden oldu.

Katma değer seviyesi açısından bakıldığında, “al-sat” kültürü Seviye 1’de kalırken (Tüketim), ürün geliştiren ve uluslararasılaşabilen nitelikli girişimcilik ise Seviye 4 ve 5 katma değer düzeyine çıkar. Yani Türkiye potansiyel olarak yaratabileceği her 1 dolarlık teknoloji ihracatı yerine, aynı çaba ile ancak 0.10-0.20 dolar seviyesinde gelir elde edebilen bir modele mahkûm olmuş durumda.

Bu tür komisyonculuk ve emlakçılık faaliyetleri -özünde hiçbir şey üretmeden yalnızca mevcut değerler üzerinden gelir elde eden iş modelleri- bir ülkenin uzun vadeli kalkınmasına zarar verir; çünkü zeka, sermaye ve zaman, üretken alanlar yerine kısa vadeli spekülatif kazançlara yönelir. Devletin burada yapması gereken, bu faaliyetleri teşvik etmek yerine aşamalı biçimde değersizleştirmek, vergi politikalarıyla caydırmak ve kamu desteğini yalnızca üretime, teknolojiye, AR-GE’ye, yazılıma ve yüksek katma değerli işlere yönlendirmektir.

Türkiye’deki bu kültürel yapı, ekonomide yüksek katma değerli girişimlerin filizlenmesini engelliyor. Çünkü sermaye, yetenek ve zaman, zeka gerektiren ürün üretimi yerine şansla zenginleşilen alanlara kayıyor. Çözüm, eğitim sisteminden sermaye teşviklerine kadar çok katmanlı. Özellikle yatırım fonları ve devlet destekleri; al-sat odaklı değil, ürün ve teknoloji geliştiren girişimcilere yönlendirilmeli. Aksi takdirde, “taşın yerini değiştirmekle” övünmeye devam ederiz.

Ve dünya; üretip satanların, biz ise alan ve izleyenlerin ülkesi olmaya devam ederiz.

Çözüm ise kültürel olduğu kadar yapısal dönüşümü de kapsamalı. Eğitim müfredatından başlayarak, gençlere erken yaşta fikir geliştirme, prototipleme, test etme ve ölçekleme becerileri kazandırılmalı. Finans sektörü ve kamu teşvikleri, kısa vadeli ticaret yerine uzun vadeli Ar-Ge yatırımlarına yönlendirilmeli. Ayrıca girişimcilik başarı kriterleri; büyüme, etki ve yenilik düzeyi gibi kalite göstergeleriyle yeniden tanımlanmalı. Aksi halde “girişimcilik” adı altında aslında “stokçuluk” ve “komisyonculuk” yapılan bir ekonomik yapının dışına çıkamayız.

Yani bugün Türkiye’nin önündeki en büyük kalkınma sorunu, sermaye değil, vizyon eksikliği. Ve bu vizyon, ancak ‘al-sat’ı değil, ‘tasarla ve üret’i yücelten bir kültür inşa edilirse değişebilir.





< Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi mystiery_ -- 21 Temmuz 2025; 15:13:33 >

< Bu ileti mobil sürüm kullanılarak atıldı >

F
2 ay
Çavuş

Yazılanları okudum; başlık sahibinin eline, emeğine sağlık. Teorik bilgi ve bizdeki yansıması hakkında güzel bir yazı olmuş ve başlık altında da güzel beslemeleri var.

Biz de size firmamız özelinde bir istatistik sunmak isteriz;

Yeni mezun (mezuniyetten sonra 1 yılı geçmemiş) ya da halihazırda okuyup da bizden girişim danışmanlığı isteyenlerin oranı %83 e-ticaret/al-sat, %12 yazılım, %5'u ise üretim ile ilgili danıştı.

Biz bu rakamlardan katma değer üretmekten ne kadar uzak olduğumuzu görebiliyoruz. Danışmanlığı devam ettirmede ise e-ticaret/al-sat yapanların oranı %13, yazılım %90, üretim %25.

Bu istatistiklerle birlikte sahip olduğumuz bilgiyle aşağıdaki iki önemli çıkarımı sizlere aktaralım;

  • Üretim için danışan girişimci adayları maalesef bizim yaptığımız analizlerde istenilen RoI hızına ulaşamıyor.
  • e-ticaret/al-sat için danışan girişimciler ise belirli bir seviyede bilgi sahibi olduktan sonra bizden destek almayı gereksiz buldu.
  • Yazılım için danışan girişimcilerle ise çok sağlıklı bir danışmanlık sistemi kurduk. Sermayenin az, katma değerin çok olduğu bu sektörde danışanlarımıza doğru fiyatlandırma tekniklerini öğrettik, maliyet kontrollerini doğru şekilde yapıyoruz ve günün sonunda kendilerinin başarıları ile gurur duyuyoruz.

Bu sebeple katma değer üretilebilmesi için kesinlikle eğitim şart. Ve burada da belirtildiği gibi; gerekirse orta-okul/lise düzeyinde öğrencilere bu bilgi temel düzeyde de olsa aktarılmalıdır. Rekabet ettiğimiz ülkelerde bunun çok güzel örneklerini görüyoruz. Türkiye'de ise anca son 10 yılda "Girişimcilik" adı altında bir ders üniversitelerde verilmeye başlandı ve tek motivasyonu "KOSGEB Desteği".

Umarım içinde bulunduğumuz eğitim/başarı döngü verimsizliğinden bir an önce kurtuluruz.



A
2 ay
Yarbay

Çok güzel bir makale olmuş hocam elinize sağlık.Bu Ülkede kolay kolay yüksek katma değer olmaz nedeni daga geçen gün haber yapıldı 5 Tane bir numaralı öğrencilerimizi Abd şirketleri kapmış orayı tercih etmişler Gelişmiş Ülkeler nitelikli insanları alıyor bizede çer çöp kalıyor bu iş böyle Dünyada malesef.



< Bu ileti Android uygulamasından atıldı >

M
2 ay
Yarbay
Konu Sahibi

< Resime gitmek için tıklayın >

ABD’nin Çin’e Çip Ambargosu
2022 yılında ABD, Çin’e ileri düzey çip üretim makinelerinin (özellikle ASML’nin EUV litografi sistemleri gibi kritik ekipmanların) satışını yasaklayacağını duyurduğunda, Çin çoktan hazırlığa başlamıştı.
2021’in ikinci yarısından itibaren Çinli şirketler ve devlet fonları, başta Hollandalı ASML ve Japon Nikon gibi üreticilerden milyarlarca dolarlık çip üretim ekipmanı satın aldı.
Resmî kaynaklara göre Çin’in yalnızca 2021 yılında ithal ettiği yarı iletken ekipmanların toplam değeri 32 milyar dolar civarındaydı.
Ambargo gelmeden önce Çin, adeta “çip makinelerini süpürdü.”
Ve yalnızca stoklamakla yetinmedi; Shanghai Micro Electronics Equipment (SMEE) gibi yerli üreticilere milyarlarca dolarlık Ar-Ge fonu ayırarak kendi ekipmanını da üretmeye başladı.
Ambargoyu öngördü, önlemini aldı, kendi teknolojisini büyüttü.


< Resime gitmek için tıklayın >


Türkiye’de Ambargo Yok Ama Gelişim de Yok
Peki Türkiye’ye böyle bir ambargo var mı? Hayır, yok.
Ne ASML ne Nikon ne de Applied Materials, Türkiye’ye makine satışı yasaklamış değil.
Ancak sonuç ne yazık ki daha trajik: Ambargo yememiş bir ülke gibi değil, ambargo altındaymışız gibi üretimsiziz.

Türkiye 2024’te hâlâ bir tane bile yarı iletken üretim tesisi kurabilmiş değil.
Ve asıl sorun teknik kapasite değil; vizyon eksikliği ve ekonomik öncelik hatası.

Devlet teşvikleri, yüksek teknoloji odaklı üretimden ziyade hâlen büyük ölçüde gayrimenkul, hizmet ve ticaret sektörlerine yöneliyor. Bu nedenle pek çok genç girişimci, teknoloji üretmekten çok, kısa vadeli kazanç vaat eden komisyonculuk gibi alanlara yönelme eğiliminde. Böyle bir ortamda çip fabrikası kurmak bir yana, sürdürülebilir ve nitelikli girişimcilik ekosistemi oluşturmak bile zorlaşıyor.

< Resime gitmek için tıklayın >

Sonuç: Ambargosuz Ekonomik Buhran ve Zihinsel Kısıtlama
Çin gibi bir ülke bile ambargoyu fırsata çevirip kendi litografi teknolojisini geliştirme yoluna giderken, bizde ise henüz çip üretiminin ötesinde, elektronik sensör veya entegre devre üretimi gibi alanlarda dahi istenen ivme tam anlamıyla yakalanabilmiş değil.

Bu bir ambargo hikayesi değil.
Bu bir vizyon kaybı, planlama eksikliği ve ekonomik zihniyet krizi hikayesi.
Türkiye’de ambargo yok ama ambargosuz ekonomik buhran yaşanıyor.
Dış kısıtlama olmamasına rağmen, hiçbir yasağın yapamadığını, plansızlık ve rant kültürü başarıyor.

Ve eğer bir ülke, ambargo yemediği halde teknolojik olarak bu kadar geri kalıyorsa, bu doğrudan siyasi, kültürel ve ekonomik reflekslerin zayıflığına işaret eder.
Ambargo bahanesi yoksa, bahane kalmaz. Sadece sorumluluk kalır.

Mevcut tabloyu değiştirebilmek için, katma değeri düşük olan faaliyetleri teşvik etmek yerine, yüksek bilgi birikimi gerektiren sektörleri hem ekonomik hem kültürel olarak özendirmek gerekiyor. Devlet politikaları bu yönde bir kırılma yaşarsa, gençler de artık sadece emlak tabelası doldurmakla değil, kendi teknolojisini geliştiren bir ülkenin parçası olmakla övünmeye başlayacaktır.





< Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi mystiery_ -- 25 Temmuz 2025; 19:17:48 >

< Bu ileti mobil sürüm kullanılarak atıldı >

M
geçen ay
Yarbay
Konu Sahibi

Ubitium isimli girişim; Türkiye’nin yüksek katma değerli üretim hedeflerine ulaşması için altın değerinde bir fırsattır. Ubitium gibi teknolojik açıdan iddialı projeler, sadece ekonomik kalkınma değil, aynı zamanda stratejik bağımsızlık açısından da kritik rol oynar. Türkiye bu girişime ortak olmalı yada satın almalıdır.

< Resime gitmek için tıklayın >

Ubitium’un geliştirmekte olduğu Universal Processor (Evrensel İşlemci), günümüz bilgi işlem mimarilerinde devrim niteliğinde bir yaklaşımı temsil ediyor. Bu işlemci; CPU (genel amaçlı işlemci), GPU (grafik işleme birimi), DSP (dijital sinyal işleyici) ve FPGA (programlanabilir donanım) gibi farklı yapıları tek bir silikon kalıbı üzerinde birleştirerek, donanımsal esnekliği ve işlem gücünü aynı potada eritiyor. Bu mimari, yapay zeka, robotik, otomotiv, savunma ve ileri seviye görüntü işleme gibi birçok alanda kritik üstünlükler sağlayabilir.

Evrensel işlemciler gibi yüksek teknoloji ürünleri, katma değer piramidinin en üst basamağında yer alır. Bu tür çipler, sadece satış fiyatlarıyla değil, know-how (bilgi birikimi), patent değeri, stratejik önemi ve ekosisteme etkisiyle çarpan etkisi yaratır. Ubitium’un başarısı, Türkiye’nin yıllardır dışa bağımlı olduğu işlemci teknolojilerinde yerli bir alternatif doğurabilir. Bu da yazılımdan donanıma kadar birçok yerli girişimi cesaretlendirir ve güçlendirir.

< Resime gitmek için tıklayın >

Stratejik Bağımsızlık İçin Gerekli
Bugünün dünyasında işlemci geliştirebilmek, sadece ticari bir kazanç değil; aynı zamanda ulusal güvenlik, veri egemenliği ve teknolojik bağımsızlık anlamına geliyor. Çin, ambargolarla sıkıştırıldığında kendi litografi makinelerine yönelirken, Türkiye’nin de bu gibi kırılgan alanlarda kendi çözüm yollarını üretmesi kaçınılmaz hale geldi. Ubitium, bu bağımsızlık için doğru yolda cesur bir adım olabilir. Çünkü artık mesele sadece “üretmek” değil, “tasarlayabilmek”tir.

Bu proje, küresel çip krizine karşı Türkiye’yi savunmasızlıktan kurtarır. Dolayısıyla öncelikli olarak:
• Devlet-üniversite-sanayi koordinasyonu
• Erken aşama risk sermayesi desteği
• Patent ve Ar-Ge teşviklerinin Seviye 5’e kaydırılması gerekiyor. Yan sanayide de en az 3-5 bin yeni mühendis ve tekniker istihdamı doğar, teknoparklar ve tasarım evleri canlanır.

Evrensel işlemci gibi karmaşık bir ürün geliştirirken kullanılan yazılım araçları, simülasyon altyapısı, donanım geliştirme kitleri ve eğitim içerikleri, çevresinde yepyeni bir teknoloji ekosistemi doğurur. Ubitium’un yolculuğu, üniversiteler, teknoparklar, tedarikçiler ve Ar-Ge merkezleri için bir çekim merkezi olabilir. Bu, sadece bir şirketin değil, ülkenin teknoloji haritasında köklü bir dönüşüm anlamına gelir.

Ancak böyle bir girişimin başarılı olması, sadece teknik yeterlilikle değil, aynı zamanda sürdürülebilir bir destek politikasıyla mümkün olabilir. Devletin; Ar-Ge teşviklerini doğru kanalize etmesi, özel sektörün risk almasını kolaylaştırması ve eğitim sisteminin bu yeni teknolojilere uyumlu hale gelmesi gerekiyor. Ubitium’un projesi, yalnızca bir ürün değil, bir paradigma değişimidir. Eğer bu fırsat iyi değerlendirilirse, Türkiye sadece pazarda yer alan değil, pazarı şekillendiren bir ülkeye dönüşebilir.

Ubitium, bugünün değil, yarının çip savaşının tam ortasında yer almamızı sağlayacak bir fırsat. Eğer bu vizyonu yakalarsak, sadece “fiziksel ürün” değil, “bilgi ürünü” ihraç eden bir ekonomiye dönüşürüz ve o zaman Türkiye, katma değer piramidinin zirvesine tırmanmış olur.





< Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi mystiery_ -- 2 Ağustos 2025; 1:37:5 >

< Bu ileti mobil sürüm kullanılarak atıldı >

M
geçen ay
Yarbay
Konu Sahibi

< Resime gitmek için tıklayın >

Japon teknoloji devi Fujitsu’nun 10.000 fiziksel kübit ve 250 mantıksal kübit hedefiyle geliştirdiği süperiletken kuantum bilgisayar projesi, yalnızca bilimsel bir başarı değil, aynı zamanda stratejik bir kalkınma hamlesidir. Bu sistem, Fujitsu’nun kendi geliştirdiği “STAR mimarisi” ile hataya dayanıklı kuantum hesaplama altyapısı sunarken, malzeme bilimi gibi alanlarda devrim yaratabilecek karmaşık simülasyonları mümkün kılmayı amaçlıyor. Özellikle hammadde krizlerinin yaşandığı bir dünyada, atom düzeyinde modelleme yaparak mevcut malzemelerle daha üstün alternatifler üretme imkânı, hem bilimsel hem ekonomik anlamda çağ atlatacak bir adımdır.

Japonya’nın Ulusal Endüstriyel Bilim Enstitüsü (AIST) ve RIKEN iş birliğiyle geliştirilen bu STAR mimarisi, 60.000 kübit simülasyonunda beş yıllık klasik hesaplamayı 10 saatte verebiliyor. Aynı kapasite ve hata düzeltme altyapısının yerli kaynaklarla geliştirilmesi, malzeme bilimi başta olmak üzere yüksek katma değerli simülasyonlarda yılların saatlere indirgenmesi geleceği hızla günümüze taşır.

< Resime gitmek için tıklayın >

Türkiye için bu gelişme sadece bir haber değil, aynı zamanda ilham verici bir yol haritası olmalıdır. Bugün dünyada yüksek katma değer üreten ülkeler, kuantum teknolojileri gibi derin teknoloji alanlarında öncü olanlardır. Türkiye hâlâ büyük ölçüde montaj ve düşük teknolojili üretime dayanan bir ekonomik yapı içinde kalırken, kuantum gibi alanlarda gelişim sağlayabilirse, yalnızca üretimin miktarını değil, niteliğini de radikal biçimde değiştirebilir. Örneğin, ithal edilen nadir toprak elementlerine alternatif yerli bileşikler tasarlanabilir veya ilaç geliştirme süreçleri klasik yöntemlerle yıllar alırken, kuantum hesaplamayla bu süreler haftalara indirilebilir.

< Resime gitmek için tıklayın >

Bu vizyonun gerçekleşmesi için Türkiye’nin yalnızca üniversitelerde yapılan göstermelik bilimsel faaliyetlerle yetinmemesi gerekir. Bunun yerine devlet destekli ve özel sektörle entegre çalışan ulusal kuantum kümelenmeleri oluşturulmalıdır. TÜBİTAK, teknoparklar, araştırma üniversiteleri ve yazılım girişimleri ortak bir çatı altında bir araya getirilerek, ilk etapta 100 kübitlik yerli sistemler hedeflenebilir. Finansman için yıllık en az 100 milyon dolarlık Ar-Ge bütçesi ayrılmalı, girişimcilere vergi muafiyetleri ve test altyapısı sağlanmalıdır.

< Resime gitmek için tıklayın >

Kuantum teknolojileri yalnızca fizikçilerin konusu değildir; ilaçtan elektroniğe, enerjiden savunma sanayiine kadar onlarca sektörde çarpan etkisi yaratır. Örneğin yeni bir kuantum alaşımı, geleneksel altın yerine daha ucuz ve işlevsel malzemelerin elektronik devrelerde kullanılmasını sağlayarak, yerli üreticilere milyarlarca dolarlık rekabet avantajı sunabilir. Aynı şekilde, savunma sanayiinde hibrit malzemelerle daha hafif, dayanıklı zırhlar üretmek mümkün hâle gelir. Bu da Türkiye’nin küresel teknoloji ihracatında üst lige çıkması demektir.

Fujitsu’nun kuantum bilgisayarı geleceğin silahı, kalemi ve kazma küreğidir. Türkiye bu yarışta sadece izleyici olmak yerine, sınırlı kaynaklarını stratejik hedeflere odaklayarak oyuncu olabilir. Katma değeri yüksek, dışa bağımlılığı düşük, bilimsel derinliği güçlü bir ekonomi kurmak için kuantum teknolojileri eşsiz bir fırsat sunuyor ve Türkiye için kalkınma sıçraması vadediyor. Milli kararlılık, doğru finansman ve uluslararası iş birlikleriyle, 2030’a kadar “orta gelir tuzağını” kuantum temelli yüksek katma değerli ürünlerle delmek mümkün. Böylece hem ekonomik bağımsızlık sağlanır hem küresel rekabette Türkiye zirveye oynar.



< Bu ileti mobil sürüm kullanılarak atıldı >

M
geçen ay
Yarbay
Konu Sahibi

< Resime gitmek için tıklayın >

Türkiye ekonomisinin görünmeyen hastalığı: Aracılık modeli
Türkiye ekonomisinde dikkat çeken en çarpıcı yapısal sorunlardan biri, üretim yerine ithalata ve aracılığa dayalı ticaret modellerinin yaygınlaşmasıdır. Özellikle Çin gibi düşük maliyetli üretim merkezlerinden getirilen ürünlerin, yerli pazarda ciddi fiyat farklarıyla satılması, “kolay kazanç” arzusunun bir dışavurumu olarak ortaya çıkmıştır. Ne var ki bu sistem; üretim, tasarım, teknoloji geliştirme ve markalaşma gibi stratejik alanlarda Türkiye’yi geri düşürmekte, uzun vadede kalkınma kapasitesini zayıflatmakta ve ekonomik bağımsızlığını tehlikeye atmaktadır. Bu tür aracılık faaliyetleri yüzeyde ticari canlılık izlenimi yaratsa da, aslında ekonomik katma değeri sıfıra yakın olan bir kısır döngüye hizmet etmektedir.

Türkiye’de hızla yayılan “Çin’den al, Türkiye’de sat” modeli, ilk bakışta girişimcilik gibi görünse de gerçekte ülkenin üretim omurgasını çürüten bir parazit düzendir. Bu modelde üretim, tasarım, mühendislik, kalite kontrol ya da inovasyon yoktur. Yalnızca ucuza alınan ürünlerin üzerine büyük kâr marjları konularak satıldığı bir sömürü ekonomisi işler. Sonuçta ise kazanan sadece al-satçı olur; kaybeden ise yerli üretici, tüketici ve ülke ekonomisinin ta kendisidir.


Katma değer piramidi ve Türkiye’nin yanlış basamağa sıkışması
Katma değer piramidi, bir ürünün üretiminden nihai satışına kadar geçen sürecin hangi aşamalarının ne kadar ekonomik getiri sağladığını gösteren evrensel bir şemadır. En alt basamakta hammadde çıkaranlar, bir üstte montaj/fason üretim yapanlar, daha üstte Ar-Ge ve tasarım yapanlar yer alırken; en tepeye markalaşma, ileri teknoloji ve entelektüel sermaye birikimiyle ulaşılır. Türkiye, uzun süredir fason üretimle orta-alt basamakta sıkışmış durumda. Ancak “Çin’den al, Türkiye’de sat” modeli bu piramidin dahi dışında kalır. Çünkü bu faaliyetlerde ürüne herhangi bir üretim, mühendislik, teknik bilgi ya da yaratıcı katkı eklenmemektedir. Sadece dışarıdan gelen mala ambalaj ve kargo eklenmektedir. Dolayısıyla bu model sadece ekonomik değil, entelektüel ve teknolojik olarak da ülkeyi vasatlığa mecbur etmektedir.


Toplumun sırtına yüklenen gizli vergi
Bu sistemin yarattığı en büyük sorunlardan biri, halkın cebinden çıkan gizli vergidir. Bu ürünlerde kalite düşük, garanti muallak, tamir muallak. Tüketici aynı ürünü 2-3 kez almak zorunda kalabiliyor, uzun vadede daha çok para harcıyor. Bu da dolaylı bir şekilde gizli enflasyon oluşturur. Ayrıca sistem, yerli girişimcileri de “üretmek yerine ithal edip kâr etmek” zihniyetine yönlendirerek inovasyonu öldürür. Böylece Türkiye ekonomisi rekabetçilik, dayanıklılık ve teknoloji kapasitesi açısından gelişmiş ülkelerle arasındaki mesafeyi daha da açar. Oysa bu ürün Türkiye’de üretilseydi, hem istihdam yaratılır hem ürün kalitesi artar hem de sürdürülebilir bir ekonomik döngü kurulabilirdi. Bu al-sat düzeni, doğrudan tüketici refahını aşağı çeken bir sistemdir.


Kalkınma ikamesi değil, kalkınma illüzyonu
İktisat literatüründe “kalkınma”, sadece büyüme değil; üretim yapısının dönüşümü, beşeri sermayenin gelişimi ve teknolojik kapasitenin artışıyla birlikte değerlendirilir. Al-sat modelinin yaygınlaşması ise bu unsurların hiçbirine hizmet etmez. Tersine, Türkiye’yi “sahte bir girişimcilik” havası içine sokarak kalkınma illüzyonuna sürükler. İnsanlar kolay para kazanmanın peşinde üretimden uzaklaşırken, ülke ekonomisi yüksek teknoloji ürünlerinde dışa bağımlı kalır. Örneğin, 2023 yılında Türkiye’nin yüksek teknoloji ihracatı toplam ihracatının yalnızca %3,4’ünü oluştururken; Güney Kore’de bu oran %25, Almanya’da %18 düzeyindeydi. Bu fark, sadece teknoloji değil, politik tercih ve kalkınma ahlakı farkıdır.

Türkiye 2024 yılında 294 milyar dolar ithalat yaparken, ihracatı 255 milyar dolarda kaldı. Aradaki 40 milyar dolarlık cari açık, bu gibi üretimsiz ithalat kalemleri yüzünden derinleşiyor. Al-satçılar bu ithalatın küçük kısmını oluştursa da zincirleme etkisi büyüktür: Yerli üreticiyi pazar dışına iter, Ar-Ge bütçelerini keser, yatırım iştahını boğar. Böylece Türkiye dışa bağımlı, kendi vatandaşına pahalıya satan, ama dışarıya ucuz iş gücü sunan bir ekonomik kolon haline gelir.


Kuantum gibi yüksek katma değer fırsatları heba ediliyor
Fujitsu’nun 10.000 kübitlik kuantum bilgisayarı gibi projeler, ülkeleri en üst katma değer segmentine taşır. Bu teknolojilerle yeni malzemeler, ilaçlar, alaşımlar keşfedilir; yıllık milyarlarca dolarlık rekabet avantajı sağlanır. Oysa biz hâlâ Çin’den oyuncak, LED lamba, bluetooth kulaklık getirip Instagram’da satmanın peşindeyiz. Gençlerimiz “nasıl zengin olunur” videolarında kutu açılışı izlerken, Japonya’da liseliler kuantum kodlama öğreniyor. Aradaki fark vizyonda.




< Resime gitmek için tıklayın >
Üretmeyen aracılar: Ekonomik parazitler
Sadece ekonomik değil, etik ve sosyal boyutta da ciddi sorunlar vardır. Bir ülke, sadece üretenin değil; aracının da etik davranmasını ister. Ancak Türkiye’de birçok al-satçı, sadece kendi cebini doldurmakla kalmıyor, yerli üreticinin canına kast ediyor.

Katma Değeri Aracı Yiyor, Ülke Kaybediyor:
• Ürünü üretmeyen ama sadece getirip satan zincir, toplam katma değerin ~%50+’sini alıyor.
• Yerli üretici, inovasyoncu ya da mühendislik firmaları bu ekosistemin dışında kalıyor.
• Türkiye katma değer piramidinde “al-satçı alt tabaka”da sıkışırken, teknoloji ve üretim ligine geçemiyor.

İthal ürünü ucuz diye tercih eden büyük zincir marketler bile, zamanla yerli üreticileri iflasa sürüklüyor. Al-satçılar, hiçbir üretim riski almaz, genellikle sigortalı işçi çalıştırmaz, vergi yükünü minimize eder. Öte yandan üretici, iş güvenliği, personel maaşı, Ar-Ge giderleri ve vergi yüküyle boğuşur. Bu asimetrik yapı, rekabeti değil spekülasyonu teşvik eder. İstihdam kalitesi düşer, gelir dağılımı daha da bozulur. Kalitesiz ve garanti sorunlu ürünler, kısa süre sonra bozulduğu için tüketicinin yeniden satın almasını gerektirir. Bu da vatandaşın refahını düşürür. Uzun dönemde ise Ar-Ge ve yerli kapasite yatırımlarını azaltarak ithalata ve ekonomik şoklara dayanıksız, enflasyon cenderesinden çıkamamış bir ekonomiye sebep olur.


Çözüm: Üretimle kalkınmak, ithalatla değil
Türkiye’nin bu kısır döngüden çıkması için katma değeri düşük al-sat ekonomisinden, katma değeri yüksek üretim ekonomisine geçişi bir devlet politikası haline getirmesi gerekir.

Türkiye’nin kalkınması için;
- al-satçılıktan, üretim ekonomisine;
- fasonculuktan, tasarım ve Ar-Ge’ye geçmesi şart.

Girişimciliğin tanımı yeniden yapılmalı, KDV ve vergi avantajları yerli üreticilere yönlendirilmeli, Çin menşeli ürünler için gözetim ve denetim mekanizmaları güçlendirilmelidir. Bu, yalnızca sanayi bakanlığıyla değil; eğitim sisteminden vergi politikalarına, yerli üreticiyi koruyan yasal düzenlemelere kadar her alanda bütüncül bir seferberlik gerektirir. Eğitim sistemi, gençleri tüketici olmaya değil; üretici, tasarımcı, mühendis olmaya teşvik etmelidir. Yerli ürün kullananlara teşvik verilmeli, ithalata karşı stratejik ürünlerde koruyucu vergi duvarları örülmelidir. Aksi takdirde, Türkiye sadece Çin’den gelen kutuları değil, kendi geleceğini de başkalarının ellerine teslim etmiş olur.





< Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi mystiery_ -- 7 Ağustos 2025; 12:43:46 >

< Bu ileti mobil sürüm kullanılarak atıldı >

P
geçen ay
Yarbay

Bu ülke bir al-sat ülkesidir, bunu kırmak için gümrüklerin tamamen açılması ve vergilerin kaldırılması gerekiyor.



M
4 hafta
Yarbay

konu hızlandırılmış işletme giriş dersi gibi olmuş



DH Mobil uygulaması ile devam edin. Mobil tarayıcınız ile mümkün olanların yanı sıra, birçok yeni ve faydalı özelliğe erişin. Gizle ve güncelleme çıkana kadar tekrar gösterme.