1. sayfa
Birşey yapmaya çalışıyorsun belki de hedeflerin var bir yerlere gelmeye de çalışıyorsun ama daha alman gereken çok yol var.Bizim köşe yazarlarını da ciddiye al ama çok da mantık arama,çünkü birçoğu bilgi saklıyor ve yazacağı yazıları uzun süreye yayılar.Bu her sektörde var ülkemizde mühendislerde,devlet memurları da hep bunları yapar,yukarıdaki soruların cevabını Levent Gültekin biliyordur zaten bilmezse vah ki vah demektir böyle hayati konuda birşey bilmeyen köşe yazarları varsa ülkemizde ama olabilir de örneğin bundan 1 sene kadar önce bir köşe yazarı ki bu konularda çok yazan birisidir ilk defa Tunceliye geldim,çok güzelmiş dedi. Bu kadar hayati konuda yazan birisinin o bölgeyi ziyaret etmeden köşe yazısı yazıp üstüne çözüm üretmesi düşünülemez bile. Birçok defa yazdığım için artık yazmak istemiyorum tekrar oluyor hep ama çözüm süreci esnasında Hasip Kaplan,Leyla Zana hatta Osman Baydemir gibi siyasetçilerin neler dediklerini araştırır,sonra tabandan bu kişilere ne tür tepkiler geldiğini öğrenirsen sorunun cevabını öğrenirsin. PKK,HDP,Öcalan hatta bir ara meşhur olan hesapta bizim medyaya göre kendi başına hareket eden Bahoz Erdal'da dahil bu hareket tek vücuttur.Ana siyasetleri hep aynıdır, bazen siyaset geliştirip bunu aktarmakta zorlanıyorlar ondan farklı açıklamalar gibi geliyor ama ana çizgi hep aynı.Ama tek cümle ile açıkla dersen, 4 parça Kürdistan ile birlikte Diyarbakır'ı istemek ile birlikte aynı zamanda İstanbul'u yani tüm Türkiyeyi de istiyorlar. İlerde İstanbul'dan ayrılırlar mı ayrılabilirler tabi çıkarlara bağlı en nihayetinde herşey. Türkiyeleşmek istemiyorlar Kürt kalıp Türkiye ile birlik olmak istiyorlar da diyebiliriz buna. |
Yazara mı seslendin bana mı seslendin anlayamadım? Eğer bana "Birşey yapmaya çalışıyorsun belki de hedeflerin var bir yerlere gelmeye de çalışıyorsun ama daha alman gereken çok yol var." diyorsan bunu hiç anlayamadım? Zaten yazar burada soru sorarak öğrenmek istediği şeyi sormuyor. Soru sorarak cevap veriyor. Benim yazıyı paylaşmamda ki amaç ise bu cevapları tasdik ediyor oluşumla beraber bu forumda HDP'yi destekleyenlerin bunlara ne cevap vereceğini merak etmemden ötürüdür. Gerçi hiç birinden yeterli açıklamalar almak mümkün değil ya neyse.. Ayrıca günlük okuduğum ve paylaşmaya değer gördüğüm bazı yazıları burada paylaşıyorum. Farklı başka bir amacım da yok. Yazarların düşüncelerimizi özetler mahiyetteki yazıları benim için sadece iletişimi kolaylaştırıyor yoksa ben yazar okuyarak fikir yürütenlerden değil aksine okuyarak, araştırarak sağladığım birikimlerimi medya tabanında nasıl yansıtıldığını ya da gizlendiğini kendimce analiz ediyorum ve bunu seviyorum. ![]() |
Yazarın fikirlerine aynen katılanlara dedim. HDP buna cevap veriyor ama yazar eğer aynı görüşte iseniz de siz anlamak istemiyorsunuz. Hep bunu dedi ama bunu demek istedi şeklinde yorumluyorsunuz. HDP'nin de örgütün de hedefi bellidir,yıllardır da bu aynıdır.Soruların özet cevabı yukarıda. Doğuya gidip teyitte edilebilir. |
Aynı şeyi konuşuyoruz. ![]() |
Mesele Kürtlerin ne istediği değil küresel güçlerin ne istediğidir hocam. 1916 Sykes-Picot Anlaşması Bu anlaşmayı araştırırsan günümüzdeki kaosun nedenini anlarsın. ALINTI Ortadoğu tarihini 1916'dan başlatmak (veya tarihi 1916'da dondurmak), Ortadoğu'yu Batılıların kuklası gibi tarif etmek, Ortadoğu'daki tüm çatışmaların etnik, dinsel, dilsel, aşiretsel gruplar arasında olduğunu iddia etmek tipik şarkiyatçı yaklaşımlardır Son aylarda sık sık Ortadoğu’nun içinde bulunduğu durumun bölgedeki devletlerin sınırlarını otel odalarında, cetvelle çizen Büyük Devletler'in ve onların temsilcilerinin hazırladığı 1916 tarihli Sykes-Picot Anlaşması’nın sonucu olduğuna, ancak bu anlaşmanın tarihin çöp sepetine atılmasının an meselesi olduğuna dair yazılar okuyoruz. Bu hafta bu tezlerin izini sürmeye karar verdim. Çok geriye gitmeye gerek yok, Britanya ve Fransa’nın genel olarak dünyanın çeşitli bölgelerindeki, özel olarak da Süveyş Kanalı yüzünden Mısır’daki çıkarlarını korumak için 1902 yılında bir dostluk andlaşması imzaladığı biliniyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun 1912-1913 Balkan Savaşları’nda içine düştüğü durumun verdiği cesaretle, bu ikili 1912’de Osmanlı topraklarını kendi nüfuz alanları arasında bölen gizli bir anlaşma yapmışlardı. 1915’de, İngiltere ve Fransa’nın yanına Rusya’nın da katılmasıyla dağılmasına muhakkak gözüyle bakılan Osmanlı topraklarının ‘emin ellerde’ olması için bir kez daha paylaşılmıştı. Britanya bununla da yetinmeyerek Hindistan yolunu güvence altına almak amacıyla Mekke Şerifi Hüseyin ile Osmanlı İmparatorluğu’na karşı girişeceği bir ayaklanmaya destek vaadeden özel bir anlaşma yaptı. Şerif Hüseyin’in bilmediği ise, İngilizlerin Arabistan yarımadasını Şerif’in muarızlarından Vahabi lider İbn-i Suud’a vaadettiğiydi. Britanya’nın kendisinden habersiz attığı bu adımlardan rahatsızlık duyan Fransa’nın baskısıyla 1916 yılında bölge yeniden paylaşıldı. GİZLİ ANLAŞMA NASIL İFŞA OLDU? Adını görüşmeleri yürüten İngiliz Sir Mark Sykes ile Fransız Albay George Picot’dan alan gizli Sykes-Picot Anlaşması 1917’de Rusya’da iktidarı ele geçiren yeni Sovyet Hükümeti, Çarlık tarafından yapılmış tüm gizli anlaşmaları kamuya açıklamasaydı belki de hiçbir zaman bilinmeyecekti. İfşa olunduğu tarihten beri 20. yüzyılın en ünlü anlaşması olmayı başaran metni hazırlayan ikisi adam da aristokrat sınıftan ve eğitimden geliyordu. İkisi de Ortadoğu halkları için en iyisini Avrupalı emperyal güçlerin bileceğine inanıyordu. İkisi de Ortadoğu ülkeleri hakkında derin bilgilere sahipti. (Sir Sykes Kürdistan’da saha çalışmaları bile yapmıştı. 1908’de yayımladığı makalesini şu adresten okuyabilirsiniz: Tıklayın) < Resime gitmek için tıklayın > Sir Mark Sykes, Kürt Milli Aşireti Reisi İbrahim Paşa’yla, 1915. Kaynak: The Foundation of Kurdish Library&Museum,www.saradistribution.com ) SYKES-PİCOT ANLAŞMASI’NIN KONUSU NEYDİ? Ama söz konusu anlaşmayı hazırlarken bu bilgilerini kullandıkları çoğu kişi için gayet şüpheliydi, çünkü bu çevrelere göre Ortadoğu’da yaşanan sorunların tohumları bu anlaşma ile atılmıştı. Gerçekten böyle midir? Öncelikle bir gazete sayfasında ele alınması son derece güç bir konuyu özetlemin zorluklarını hatırlatmak istiyorum. Ayrıca 1) Dünyanın diğer bölgelerinde sınırları sömürgeci güçler tarafından oluşturulmuş devletlere dair araştırma yapmadan, 2) Hem Ortadoğu’nun hem de 1. maddedeki ülkelerin sınırları yapay biçimde çizilmeden önceki tarihini bilmeden, 3) Sınırları büyük devletler tarafından çizilmemiş olan devletlere dair araştırma yapmadan, Sykes-Picot Anlaşması’nın Ortadoğu için ne ifade ettiği konusunda yargıya varmak doğru değil. Ama yine de bazı gerçekler var ki, karşılaştırma yapmadan da yorumlanabilir. Birinci gerçek şudur: Bugün pek çok kişinin sandığı gibi, Ortadoğu’daki devletlerin sınırları Sykes-Picot Anlaşması ile çizilmemiştir. Anlaşma ile yapılan, Ortadoğu’yu Fransızlar ve İngilizlerin doğrudan veya dolaylı kontrolünde olacak beş ‘etki alanı’na ayırmaktı. Bu etki alanlarını şu haritada görebilirsiniz: < Resime gitmek için tıklayın > (Sykes-Picot Anlaşması'yla belirlenen beş 'etki alanı'nı gösteren harita. Kaynak:www.bbc.com ) Hindistan Yolu’nu korumak açısından hayati öneme sahip olan Filistin’in Fransızlara bırakılması Britanya’nın hiç hoşuna gitmemişti ancak 1915’te Çanakkale’de uğranan hezimetten sonra Britanya müttefiklerine bağımlı hale gelmişti. (Ancak yine de Sir Sykes bu maddeden dolayı ülkesinde ‘günah keçisi’ ilan edildi.) Ayrıca Fransız ve İngiliz nüfuz bölgelerinde bir Arap devletleri konfederasyonu ya da Fransız ve İngiliz nüfuzu arasında bölünmüş tek bir Arap devleti kurulacaktı. Hayfa ve Akka İngilizlerin kontrolüne bırakılırken, İskenderun serbest liman olacaktı. Anlaşmanın esas itibarıyla Almanya ve Rusya'nın ilerde Hindistan Yolu’nun tehdit etmesini önlemek için hazırlandığı anlaşılmakta çünkü o yıllarda Arap Yarımadası'ndaki petrol varlığı bütün boyutları ile ortaya çıkmış değildi. DEVLETLERİN SINIRLARI SAN REMO’DA ÇİZİLDİ Sykes-Picot’ta ilk gedik, Britanya’nın 1917’de “Yahudilere Filistin’de bir yurt yaratmak” için (metinde bu terimler kullanılıyor) kaleme aldıkları Balfour Deklerasyonu ile oldu. (Bu konuyu şu yazımda ele almıştım: Okumak için tıklayın) Peki, Ortadoğu’daki devletlerin sınırı 1916 Sykes-Picot ile çizilmediyse nerede çizildi derseniz, cevabım “Ocak 1919-Ocak 1920 arasındaki Paris Barış Konferansı’nda ama esas olarak 24-25 Nisan 1920’de İtalya’nın San Remo şehrinde toplanan konferans ve sonrasında hayatın içinde çizildi” olacaktır. Sınırlar çizilirken Osmanlı dönemindeki idari yapılanma (Trablusşam, Bağdat, Basra, Musul, Rakka, Lahsa eyaletleri) esas alınmış, ayrıca bazı tarihsel, demografik ve coğrafi kriterlere dayanılmıştı, ama deyim yerindeyse ‘evdeki hesaplar çarşıya uymadı’… Tek tek devletler düzeyinde süreci biraz anlatmaya çalışayım. (Umarım okurken başınız dönmez, çünkü yazarken benim başım döndü.) FİLİSTİN’LE TAKAS EDİLEN SURİYE San Remo sürecinde Fransızlar Suriye’nin tamamını kontrol etmek için Musul ve Filistin’deki haklarından vazgeçmişlerdi. Ardından Suriye’yi işgal ettiler ve İngilizlerin Suriye’nin başına geçirdiği Faysal’ı ülkeden sürdüler. İki yıl sonra Milletler Cemiyeti’nin onayıyla Suriye’yi önce kuzeyde bir Alevi devleti, merkezde Sunni devleti, güneyde ise Dürzi devleti olarak üç parçaya bölmeye kalkıştılar. Homojenleşmenin kadim çatışmaları halledeceğini düşünüyorlardı. Ancak, her grup bir diğerine tahsis edilen toprakta hak iddia ettiği için bu üç devlet yaşama geçemedi. Buna karşılık 1926’da Katolik Kilise’ne bağlı olan ancak ayin biçimleri farklı bir mezhep olan Marunilerin özerk bir yönetim oluşturmasına izin verildi. Suriye’nin kalanı da 11.yüzyıldan beri bölgede varolan bir Batıni mezhebi olan Dürzilerin yaşadığı Dağlık (Cebel) Lübnan, Latakia, Şam ve İskenderun olarak beş yarı-özerk bölgeye ayrıldı. Ancak 1925 yılına gelindiğinde Aleviler, Dürziler, Bedeviler ardarda ayaklanmaya başlamışlardı. Öte yandan Iraklıların 1924 yılında kazandıkları anayasal haklara sahip olamamak Suriyeli aydınların kızgınlığı giderek artıyordu. 1925’te Fransızlar gerginlikleri yatıştırmak amacıyla Şam ve Halep vilayetleri birleştirdiler ancak aynı yıl patlak veren Dürzi ayaklanması Suriye’nin diğer bölgelerine sirayet etti. Ayaklanma ancak 1927’de bitti ancak Fransızlarla Suriyelilerin arası hergeçen gün biraz daha açılıyordu. Fransız yetkililer için milliyetçi taleplere boyun eğmekten başka çare kalmamıştı. Eylül 1936’da iki ülke arasında Suriye’nin bağımsızlığını onaylayan bir andlaşma imzalandı. Buna göre Alevi ve Dürzi bölgeleri yeni ülkeye dahil edilirken, Lübnan bölgesi dışarıda kalacaktı. Ancak söz konusu andlaşma Fransa hükümeti tarafından onaylanmadığı gibi Fransa öteden beri Suriye’ye karşı bir koz olarak kullandığı Hatay sorununda yüz seksen derece çark etti, 1938’de Hatay’ın bağımsız olmasına, bir yıl sonra da Türkiye’ye bağlanmasına razı olarak Suriyeli milliyetçilerden öcünü aldı. (Hatay Meselesi’ni şu yazımda anlatmıştım: Okumak içir tıklayın) Dolayısıyla (bağımsızlığını ancak 1946’da kazanan) Suriye’nin bugünkü sınırları ile Sykes-Picot sınırları arasında dağlar kadar fark oldu. ÇOK ETNİKLİ, ÇOK DİNLİ LÜBNAN San Remo Konferansı’nda Dürzilerin yerleşik olduğu dağlık bölgenin (Cebel Dürzi ya da Cebel Lübnan) yanısıra Şii nüfusun yoğun olduğu Bekaa Vadisi ve kıyı şeridi de dahil olmak üzere tüm bölge Suriye’ye bağlanmıştı. Milletler Cemiyeti 1923’de Lübnan’da Fransız Mandası’nı onayladı. Ancak yönetimde Marunilere tanınan ağırlık Dürzilerin tepkisine neden oldu. Dürzi isyanlarını sert biçimde bastıran Fransız yönetimi 1926’dan sonra daha dengeli bir politika izlemeye başladıysa da Arap milliyetçiliği bağımsızlık taleplerinden vazgeçmedi. Nihayet 1936 yılında Lübnan’a bağımsızlık veren bir antlaşma hazırlandı. Bu sırada Suriye’den koparılan Tripoli, Beyrut ve Sidon Lübnan’a dahil edildi. Ancak Fransız hükümetleri Lübnan’ın bağımsızlığını 1946’ya kadar onaylamayarak bölgenin huzura kavuşmasına engel olmayı başardı. ‘ÇÖLÜN KIZI’ GERTRUDE BELL’İN IRAK’I Irak’ta durum daha da karmaşıktı. Rivayete göre Irak’ın sınırlarını Britanya Kralı VII. Edward’ın danışmanı, devlet adamları W. Churchill ve Lloyd George’un çalışma arkadaşı, ünlü casuslar T.E. Lawrence ve J. Philby’nin sırdaşı olan Gertrude Margaret Lowthian Bell çizmişti. Arkeoloji okuduğu Oxford’u şeref derecesiyle bitiren ilk kadın olarak üniversitenin tarihine geçen, iki kez dünya turu yaptıktan sonra önce İran’a, 1899’da Kudüs’e giden, burada Arapça öğrenen ve Kudüs civarındaki arkeolojik alanların haritalarını oluşturan Bell savaş yıllarını Kahire'de geçirdikten sonra Bağdat ve Basra taraflarında 'siyasi memur' olarak bulunmuştu. 1920'de artık tamamen İngiliz kontrolü altına girmiş olan Irak'taki İngiliz Yüksek Komisyonu'nun Ortadoğu Sekreteri idi. Araplar tarafından ‘Çölün Kızı’ diye adlandırılan Gertrude Bell, bölge hakkındaki engin bilgisi yüzünden Başbakan Churcill’in 1921’de Kahire’de topladığı konferansa davet edilen 40 kişi arasındaki tek kadındı ve güya Irak’ın sınırları Kahire’de çizilmişti. < Resime gitmek için tıklayın > (Arkeolog Gertrude Bell Ortadoğu’da, 1909) Bundan emin olmamız zor ama bildiğimiz şu ki Irak’ın mevcut sınırı kademeli olarak çizildi. San Remo sürecinde Fransızların Suriye karşılığında vazgeçtiği Musul bölgesi (yani Kuzey Mezopotamya’nın doğusu) Sykes-Picot ile paylarına düşen Güney Mezopotamya’ya eklenmişti. Böylece ortaya Sykes-Picot’takinden çok daha büyük bir Irak çıkmıştı. İngilizler, Fransızlar tarafından Suriye’den sürüldükten sonra İngiltere’de kendisine bir taht bulunmasını bekleyen Faysal’ı Irak kralı yaptılar, yerli halktan bir ordu oluşturdular ve yeni bir işbirliği andlaşması imzaladılarsa da milliyetçi çevrelerin etkisiyle, Mart 1924’de seçilen yeni hükümet Irak’ın bağımsızlığını ilan etti ancak bu kağıt üzerinde kaldı. 1927’de İngilizlerle daha elverişli bir andlaşma imzalamaya çalışan milliyetçiler bir kez daha başarısız oldular. Ancak İngiltere’de iktidara geçen İşçi Partisi Irak’ın Milletler Cemiyeti’ne üyeliğini destekledi ve Irak’ın bağımsızlığı için görüşmeler başladı. Görüşmeler sonucu Basra’daki İngiliz üslerinin garanti altına alınması, ayrıca İngiliz birliklerinin ülke içinde serbestçe hareketlerine izin verilmesi karşılığında 1930 yılında yeni bir anlaşma imzalandı. 1932 yılında İngiliz Manda Yönetimi resmen sona erdi ve Irak hem Milletler Cemiyeti’nin hem de İngiliz Milletler Topluluğu'nun bir üyesi oldu. OTEL ODASINDA ÇİZİLEN BRÜKSEL HATTI Bunlar olurken Irak’ın kuzey yani Türkiye sınırı, bugün Ortadoğu’daki tüm sınırlar için kullanılan meşhur klişenin kaynağı olacak şekilde gerçekten otel odasında çizilmişti. Lozan’da Musul Meselesi halledilemeyince, konu önce ikili ilişkilerle çözülmeye çalışılmış, 1924’te sınır tartışmalarını önlemek için ‘Brüksel Hattı’ diye anılan geçici bir sınır konmuştu. Hat, iddialara göre, Brüksel’de bir otel odasında İngilizlerce oluşturulmuştu. Ancak, her iki tarafın da ‘geçici’ olan bu sınırı kabul etmesiyle, kontrol fiilen İngilizlerin eline geçti. Sınırı belirleyen nihai anlaşma 5 Haziran 1926’da imzalandı. Bu hikayeden de anlaşılacağı gibi, Irak’ın kuzey sınırı da Sykes-Picot anlaşmasıyla ilgili değildi. (Bu sürece dair ayrıntıları merak edenler şu yazıma bakabilir: Okumak için tıklayın) Irak’ın güney, yani Kuveyt’le ve Suudi Arabistan’la sınırı ise 1923’te çizildi ancak kesin halini 1961’de aldı. Basra Körfezi’nin kuzeybatı ucunda, Suudi Arabistan ile Irak arasında kurulu olan Kuveyt Şeyhliği’nin tarihi 18.yüzyıla kadar gidiyordu ama 1899’da yapılan bir anlaşma ile bölge İngiliz denetimine bırakılmıştı. Bu andlaşma uyarınca Birinci Dünya Savaşı sırasında bölgede bir ‘pretoktora idaresi’ kuruldu. Savaşın nihayetinde daha sonraları Suudi Arabistan adını alacak Necd İdaresi ile Kuveyt arasındaki ilişkiler normalleştirildi ve 1923’de Kuveyt’in Suudi Arabistan’la ve Irak’la bugünkü sınırı üç tarafın katılımıyla çizildi. Ancak, Britanya’nın 1961’de pretoktora idaresine son verip de Kuveyt’in bağımsızlığını tanımasının hemen ardından Irak’ın bu anlaşmaya gönülsüzce razı olduğu anlaşıldığı. Irak bölge üzerindeki tarihsel haklarını ileri sürerek, Kuveyt’in Irak’a bağlanmasını talep ediyordu. Bu tehlike ancak Arap Birliği Teşkilatı’nın Kuveyt’ı üye kabul ederek kanatları altına almasıyla savuşturuldu. (Fakat sorunların hallolmadığı 1991’de Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesiyle anlaşılacaktı.) İSRAİL, FİLİSTİN VE ÜRDÜN 1917 Balfour Deklerasyonu ile oluşturulan, San Remo’da uluslararası düzlemde kabul gören ‘Yahudi Yurdu’nun ‘Yahudi Devleti’ olması ancak Mayıs 1948’ de mümkün oldu. Devletin sınırları ise 1948-1949, 1967, 1973 savaşlarından sonra bile netleşmedi. Sykes-Picot’un Kudüs ve çevresinde ‘uluslararası denetime tabi bir idare kurması planı da tarihe gömüldü, çünkü Kudüs İsrail’in içinde kaldığı gibi diğer Filistin toprakları Gazze ve Batı Şeria adıyla ikiye bölündü. Bunlardan ilki bir açıkhava hapishanesi iken, diğeri kısmen İsrail’in kontrolünde. Bu durum Sykes-Picot’un sonucu değil, yukarıda linkini verdiğim yazıda anlattığım son derece karmaşık bir sürecin sonucu. Bölgede bir de Sykes-Picot’da adı bile geçmeyen Ürdün var biliyorsunuz. San Remo’da Filistin’in Yahudiler için bir yurt haline getirilmesine razı olan ancak sonra bundan pişman olan Mekke Şerifi Hüseyin’in oğlu Emir Abdullah, Mavera-i Ürdün (Trans Ürdün) bölgesini işgal etmiş ve Suriye’ye saldırmaya kalkmıştı. Ancak Fransızlarla bozuşmak istemeyen Britanya’nın araya girmesiyle Abdullah, Mavera-ı Ürdün’ün başına getirildi. Böylece Britanya Balfour Deklerasyonu’nun kefaretini ödemiş oldu. (1916’da Filistin’i Fransızlara bıraktığı için ülkesinde ağır eleştirilere maruz kalan Sir Sykes’ın, Balfour Deklerasyonu’nun ateşli taraftarı olması da suçluluk duygusuyla açıklanmıştı.) Ürdün Krallığı bağımsızlığını ancak 1950’de kazandı, sınırları da 1950’de Batı Şeria’yı ilhak ederken genişledi, 1967’de geri verirken daraldı. < Resime gitmek için tıklayın > (Emir Faysal, 1919’da Paris Barış Konferansı’nda, sağında Arabistanlı Lawrence. Kaynak:www.cliohistory.org ) Mısır, Suudi Arabistan, Körfez emirlikleri ve Kuzey Afrika’daki Arap devletleri (ki bugün 22 Arap devleti var) Sykes-Picot çerçevesine girmediği için onların sınırları hakkında bilgi vermeye gerek yok. İÇİÇE GEÇMİŞ TOPLUMLAR Sınırların 1916’da değil 1920 sonrasında çizilmesi bir yana, bu sınırların çoğu yerde cetvelle çizildiği doğru. Bunun nedeni sınırların çoğu yerde çöllerden geçmesi. Ama çöl olmayan yerlerde de sınırı şu veya buradan geçirmek için dayanılacak kriterler bulmanın zorluğu da düşünülmeli. Çünkü, Mezopotamya’da Sünnilerle Şiiler, Araplarla Kürtler, Türkmenler, Hıristiyanlarla Müslümanlar ve diğer dinler, aşiretlerle, yerleşik toplumlar asırlardır içiçe yaşıyorlardı. Bu unsurların bir bölümü (göçebe aşiretler) mevsimsel olarak, bir bölümü sosyal, siyasal, askeri ya da ekonomik nedenlerle tarih içinde sürekli hareket halinde olduklarından herbirinin yaşam alanlarını belirlemek zordu. Örneğin Lübnan ve Suriye’de etnik grup olarak Araplar, Kürtler, Türkmenler, Filistinliler, Ermeniler, Rumlar, Asuriler ve başkaları; dinsel grup olarak Hıristiyanlar, Müslümanlar, Süryaniler ve başkaları; mezhepsel olarak Maruniler, Dürziler, Rum Ortodokslar, Rum Katolikler, Ermeni Apostolikler, Protestanlar ve diğerleri yaşar. Ayrıca elbette dil grupları da vardır. Irak’ta nüfusun çoğunluğunu Araplar oluşturur. Arapların da yüzde 60’ı Şiidir ve Çelebiler, Musevi, Temmiler, Hasan, Hüseyin, Hafaci, Zevanil, Sand, Salman, Nuaymi, Karagol ve Mavali gibi adlar taşıyan yüzlerce aşiret halinde Basra bölgesinde yoğunlaşmışlardır. Batı’da toplanmış olan azınlık Sünni Arap nüfus ise genel olarak üç aşiret arasında dağılmıştır. Bunlar Ürdün ve Suriye’ye de yayılmış olan Dileym aşireti, bütün Arap dünyasına yayılmış olan ve Hicaz-Ürdün-Suriye hattında yoğunlaşan Şemmar aşiretinin bir kolu olan Cubur aşireti ve tarihi boyunca gerek Cubur gerekse Türkmen Bayat aşireti ile sürekli çatışma halinde yaşayan Ubeyd aşiretidir. Cuburlar ile Ubeydler arasında da tarihsel kan davası vardır. Irak’taki en büyük azınlık grubu ise Kürtlerdir. Soran’da ağırlıklı olarak Şafii Kürtler, Bahdinan’da Nakşibendi Kürtler yaşar. (Şengal) bölgesinde Ezidi Kürtler yaşar. (Yoksa ‘yaşardı’ mı demek lazım? Biliyorsunuz, IŞİD tarafından katledildiler, bölgeden çıkarıldılar ya da kaçmaya mecbur bırakıldılar). İkinci büyük azınlık grubu Telafer, Musul, Erbil, Altunköprü, Kerkük, Tuzhurmatu, Kifri, Kara Tepe, Hanekin, Mendeli yerleşimlerinden Bağdat'ın güney doğusundaki Bedre'ye kadar uzanan bir şerit üzerinde yaşayan Sünni ve Şii Türkmenlerdir. (Irak ve Suriye Türkmenleri için sırasıyla şu yazılarımı hatırlatayım: Birinci yazıyı içir tıklayın, ikinci yazı için tıklayın ) Bunların dışında Asuriler, Mandayyalar, Ermeniler ve Lurları anmak gerekir. Bu iç içe geçmişlikler dolayısıyla, Sir Sykes ve Mösyö Picot’un şahsında Britanya ve Fransa isteselerdi de Ortadoğu’da homojen ulus-devletler yaratamazlardı. Yine de Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasından sonra ortaya çıkan yeni statükonun bazen gönüllü ama çoğu zaman zorunlu olarak (hem yetke alanlarındaki yerel güçlerin baskısıyla, hem de kendi ülkelerindeki kamuoyunun baskısıyla) kademeli olarak ulus-devlet formuna dönüştüğü görülüyor. < Resime gitmek için tıklayın > (1952’de Mısır’da yönetime el koyan Hür Subaylar hareketinin lideri Cemal Abdülnasır, 1956 Süveyş Krizi sırasında sadece Mısırlıların değil tüm Arapların gönlünü kazanmıştı.) SINIRLARI SÖMÜRGECİLER TARAFINDAN ÇİZİLEN DİĞER DEVLETLER Ortadoğu Sykes-Picot Anlaşması’ndan önce de güllük gülistanlık bir yer değildi, San Remo sonrasında da olmadı. Ama dışsal faktör olarak 1940’larda İkinci Dünya Savaşı, 1945 sonrasında Soğuk Savaş, Britanya'dan boşalan alanı doldurmaya çalışan ABD, içsel faktör olarak Mısır, Suriye ve Irak’taki Nasırcı ve Baasçı yönetimler, İsrail’i yaşatmak istemeyen Arap devletlerine direnme yolu olarak yayılmacılığı tercih eden İsrail ve Lübnan’daki mezhepçi oluşumlar ve bölgede vekalet savaşları yoluyla çarpışan İran ve Suudi Arabistan tarafından çığrından çıkarılmıştır. Hala ikna olmayanlara şunu da hatırlatayım: Avrupa hariç, imparatorlukların dağılmasıyla (ki sadece Osmanlı İmparatorluğu değil, Rus Çarlığı, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu dağılmış, Britanya İmparatorluğu ise sembolik hale gelmiştir) hemen bütün modern devletlerinin sınırları sömürgeciler tarafından çizilmiştir. Orta ve Latin Amerika ülkelerinin sınırlarını İspanyol sömürgeciler, Afrika ülkelerinin sınırlarını Fransız, Belçikalı, Hollandalı, Alman, Portekizli vb sömürgeciler çizmiştir. ABD-Kanada, ABD-Meksika sınırını Amerikalılar, Hindistan-Pakistan, Hindistan-Afganistan, Pakistan-Afganistan sınırını İngilizler çizmiştir. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Bu ülkelerin sınırlarının çizilme yöntemi (sömürgeciler tarafından mı yerel unsurlar tarafından mı, cetvelle mi, yaşam alanlarını izleyerek mi gibi) ve bu ülkelerin etnik, dinsel, dilsel açıdan bölünmüşlük dereceleri ile bu ülkelerin çatışmasızlık tarihleri ve gelişmişlik düzeyleri arasında bir ilişki olup olmadığını matematiksel yöntemlerle karşılaştıran bilim adamları (makaleyi şuradan okuyabilirsiniz: Tıklayın) eğer tabloları yanlış yorumlamadıysam değişkenler arasında tek tip ilişki bulamamışlar. Örneğin Latin Amerika ülkelerindeki sınırlar 19. yüzyılda sömürgeciler tarafından çizildiği şekliyle muhafaza edilirken ülkeler arasında herhangi bir çatışma olmazken, bazı ülkeler gelişirken, bazıları gelişememiştir. Afrika’da ise bazı ülkeler sürekli birbiriyle çatışırken bazıları çatışmamış, ama Güney Afrika Cumhuriyeti, Nijerya gibi bir kaç ülke hariç hemen bütün ülkeler gelişme, modernleşme sorunları yaşamıştır. Sınırları tarih içinde doğal biçimde ve yerli halklar tarafından çizilen Avrupa ülkelerinin sınır bölgelerindeki sorunlar (Alsas-Loren, Südetler, Tiroller, Transilvanya gibi) ise iki dünya savaşına neden olmuştur. Hala da ellerinde olsa bu bölgeler için üçüncü bir dünya savaşı çıkarmayı hayal eden gruplar vardır. Ama iki büyük savaşa rağmen Avrupa devletleri barışmayı başarmışlar, modernleşme sürecini de kesintisiz devam ettirebilmişlerdir. ORTADOĞU’YA ŞARKİYATÇI GÖZLE BAKMAK Sonuç olarak Ortadoğu tarihini 1916’dan başlatmak (veya tarihi 1916’da dondurmak), Ortadoğu’yu Batılıların kuklası gibi tarif etmek, Ortadoğu’daki tüm çatışmaların etnik, dinsel, dilsel, aşiretsel gruplar arasında olduğunu iddia etmek tipik (Edward Said tarzı) şarkiyatçı yaklaşımlardır. Evet, bu devletlerin geç 19. yüzyıl, erken 20. yüzyıl tarihinde Batılı devletler çok hayati roller üstlenmiştir ama bu devletlerin tarihinde Osmanlı’nın rolü daha uzun ve etkilidir. Evet savaş sonrası ortaya çıkan devletler homojen ulus-devletler değildir, evet sınırlar pek çok etnik, dinsel, dilsel, aşiretsel grubu parça parça etmiştir, parçalanmayan gruplar da bu devletlerde mutlu değildir ama Ortadoğu devletleri ama Charles Glass’ın iddia ettiği gibi ‘bayrakları olan aşiretler’ de değildir. Arap devlet teorisinin, Arap milliyetçiliğinin gayet uzun tarihleri vardır. (Merak edenler şu yazılarıma bakabilir (Birinci yazı için tıklayın) (İkinci yazı için tıklayın) Arap milliyetçiliğinin Baasçılık bataklığına saplanmasıyla, yine köklü bir geleneği olan Selefi olan veya olmayan İslamcı ideolojilerin önce milliyetçiliğe eklemlenmesi, sonra onu ekarte ederek kurtuluş reçetesini tek başına yazmaya kalkmasının da Sykes-Picot anlaşması ile ilişkisi yoktur. (Bu konuda şu yazıma bakılabilir: Okumak için tıklayın) Nitekim bugün Arap Baharı’nı başlatan ve sürdüren güçleri harekete geçiren etnik veya dinsel itkiler değildir, ülkelerindeki baskıcı, çürümüş, kötü yönetimlerdir. Bu kesimler Sykes-Picot öncesine dönmeyi veya ulus-devlet formunu canlandırmayı hedeflemiyorlar. Kabaca söylersek, çok kültürlü, müreffeh, demokratik, barışçıl toplumlar kurmayı hedefliyorlar. Aynı şekilde Ortadoğu’yu kana bulayanların başında gelen IŞİD de Sykes-Picot’u tarihe gömdüğünü iddia ederken, 1916 öncesi statüye geri dönmeyi ya da modern ulus-devletler kurmayı hedeflemiyor. Onun amacı da yepyeni bir statü oluşturmak. Bu statünün Müslüman olmayanları kapsamadığı açık ama tüm Müslümanları da kapsamadığı, hatta tüm Sünnileri de kapsamadığı ortada. Esad’a ve özellikle de IŞİD’e yönelik tüm antipatiye rağmen ABD’nin veya Batılı ülkelerin de bölgedeki sınırları yeniden çizmek gibi bir çabası henüz yok. Aksine bölgeye müdahale etmemek için ayak sürüyor. Rusya ve Çin’in de henüz yok gördüğüm kadarıyla. Varsa bile, Ortadoğu’nun geleceğini (bunun ‘sınırsız’ olmasını diliyorum) esas olarak bölgede yaşayanların çizeceğine inanıyorum. Çünkü artık tek tek bireylerin bile tarihin akışını değiştirmesine olanaklar sunan bir çağda yaşıyoruz. Tarihle ilgilenen biz fanilere düşen en küçük görev ise, önyargılardan ve ezberlerden kaçınmak galiba… Özet Kaynakça: Hasan Kayalı, Jön Türkler ve Araplar. Osmanlı İmparatorluğu’nda Osmanlıcılık, Erken Arap Milliyetçiliği ve (1908-1918), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998; Cemal Paşa, Hatıralar, (Yayına Hazırlayan: Alpay Kabacalı), İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2006; Frank G. Weber, Eagles on The Crescent Germany, Austria and The Diplomacy of Turkish Alliance (1914-1918), Cornell University Press, 1970; Ömer Kürkçüoğlu, Osmanlı Devleti’ne Karşı Arap Bağımsızlık Hareketi, 1982; Mayir Vereté, “The Balfour Declaration and Its Makers”, Middle Eastern Studies, vi (1970), s. 48-76; Leonard Stein, The Balfour Declaration, New York, Simon and Schuster, 1961; Isaiah Friedman, The Question of Palestine 1914-1918, British-Jewish-Arab Relations, Schocken Books, 1973; Karl K. Barbir, “Bellek, Miras ve Tarih: Arap Dünyasında Osmanlı Mirası”, İmparatorluk Mirası. Balkanlar’da ve Ortadoğu’da Osmanlı Damgası, Yayına Hazırlayan: L. Carl Brown, İletişim Yayınları, 2000; Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu ve Büyük Güçler, Yayına Hazırlayan: Marian Kent, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999. http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse_hur/1916_sykes_picot_anlasmasi_suclu_mu_gunah_kecisi_mi-1219727 |
Çok güzel diyorsunuz da Kürtlerin ve diğer grupların isteklerini de göz önüne alarak yeni bir antlaşma taslağı yapabilen oldu mu? SYKES-PİCOT çok kötü,küresel güçler yaptı tamam anladık zaten klasik bu kimse sorsan bunu söylüyor peki alternatif? Amerika'da demokratlar BOP projesi ile yeni harita yaptılar sonucu ortada. Hadi onu geçtim küresel güçler dedi ki tamam ben çekiliyorum buyur Türkiye çöz bütün sınırlar,devletler senin ne yapacaksın? Daha kendi alevilerin ile sorunu çözememişken milyonluk Irak devletini mi yöneteceksin? Hadi yönetmeyi geçtim ortaklı kurulsun daha sanayinin s'si olmayan ve kendi halkı da bunun değişmesi için hiçbir gayret göstermeyen halklar ile nasıl birliktelik kuracaksın. Dönemli tekrar başa,Kürtlere göre de bu antlaşma Kürdistan'ı dört parçaya bölmüştür yani sevdikleri bir anlaşma değil peki yeni hazırlayacağın anlaşmada bu 4 parça isteğini nasıl törpüleyeceksin veya ne yapacaksın? Örneğin otel odasında çizildi denilen Türkiye-Irak sınırını nasıl çizecektin? Sakın biraz daha aşağıdan demeyin çol ciddi Kürt isyanlar ile uğraşıyordu devlet orada,sen nasıl daha aşağıdan geçireceksin istemiyorlardı seni. Kimse kendini kandırmasın küresel güçler veya başla şeyler diyerek eğer sen kendi aranda anlaşamazsan ki anlaşamadığın aşikar küresel güçler gelir sana göre kötü de olsa zaten kimsenin %100 katıldığı uluslararası bir antlaşma da yoktur ya neyse,bir antlaşma yaparlar. Bu anlaşmayı herkes eleştiriyor ama yerine hala bir alternatif sunabilmiş kimse değil. Çözüm önerileri de hep havada kalıyor. Etnik unsurlar dikkate alınarak çizilen her harita doğru mudur tabi. Hadi bugün çizdik diyelim örneğin Türkiye için İzmir'in,İstanbul'un bir kısmı Kürtlere mi verilmesi lazım aynı mantık ile? Yukarıdaki yazı hiçbirşey bilmeyenler için güzel ama birşeyler bilenlere hiçbirşey ifade etmiyor.Çünkü çözüm önermiyor. |
Kürtlerin istekleri,ulus devlete çıkıyor.Özerk bir kürdistan onlar için en iyi seçenek.Bağımsız kürdistan kurulduğu anda göç edecekler,ettirilecekler çünkü,özerk kürdistan kurulursa batı da düzenlerini bozmadan yaşamaya devam edecekler,düzenini bozup,yeni kurulmuş bir devlete gitmek kolay iş değil tabi.Siyasi anlamda sağı solu ayrı oynayan,ne istediğini,ne yapacağını tam olarak bilmeyen bir oluşum var karşınızda.Bizi asimile ediyorsunuz,biz ana dilde eğitim,ana dilde kamu hizmeti vermek istiyoruz diyenlere,tamam ayrılalım,ama Türk topraklarından gideceksiniz diyip,radikal bir çıkış yaptığınız zaman,adamlar diyor ki biz gitmeyiz.Hdplilerin söylemleri duyunca bunların istediği ulus devlet dersiniz,ama uygulamaya gelince bu isteklerinin arkasında duramıyorlar,bu iradeyi gösteremiyorlar.Ne yazık ki Kürt sorunu içinden çıkılamayacak bir hale gelmiştir. Bu arada Kürt siyaseti(Hdp) Türkiyeyi nasıl yönetecek,yüzünü Türkiyeye nasıl dönecek?Bu parti kürtçü,söylemleri de,istekleri de bir kürt devletine çıkıyor.İstekleri ancak bir kürt devleti kurulursa gerçekleşebilecek adamlara yüzünüzü Türkiyeye dönün demek kadar saçma birşey olabilir mi?Kürdistan davalarının arkasında dursunlar.Azcık yorumlama yeteneği olan adam Hdpnin o isteklerle asla bir Türkiye partisi olamayacağını söyler. |
HDP'nin Türkiye'yi yönetmesi konusu kısa vaadeli olarak gerçekleşecek bir durum tabii ki değil lakin köklü partilerin iki önde ismi olan CHP ve MHP bu siyasi çizgisini değiştirip geliştirmedikçe yarın öbür gün de AKP gibi bir parti olmaz ise HDP'nin yönetime talip olabilme ihtimali bir hayli yükseliyor. HDP ülke yönetiminde söz sahibi olması elbette mümkün değil ama burada yine anlatılmak istenen Türkiye'nin bir parçası olma meselesi bana göre. Bunu başarmak gibi bir dertleri olmadığı hem görülüyor hem görülmüyor. Yukarıda da yazdığım gibi, HDP parti olarak barajı geçtiklerine ya pişman olacak ya da pişman edilecektir. Daha dün PKK'nın silah bırakmasını biz söyleyemeyiz gibi bir cümle kurdu. Adamın eli kolu her yerden her taraftan bağlı olduğu gibi şahıs olarak da Demirtaş'ın ne düşündüğü ya da neyi hayal ettiğinin önemi uzunca bir süre olmayacak gibi. Yineliyorum, Kürt halkını hakkınca temsil edip, kutuplaşmaların önüne geçerek, PKK'ya Kürt gençlerinin yakıt olarak aktarılmasının önünü kesmeye niyetli, doğuya hizmet eden bir HDP'nin mecliste olmasını hep istedim ama bu görünen o ki daha uzunca bir zaman bu mümkün olmayacak. Bu olmayacağı gibi bu çıkmazı daha da derinleştiren zihniyetlere hizmet edişi de kendini hezimetini mutlaka getirecektir. |
Devlet kurulması veya kurulmaması ayrı konu ki daha önce yazdığım üzere kurulursa kimse sen ne istiyorsun diye sormaz, Balkan en son da Yunan mübadelesinde olaylarla çok az alakası olan birçok yerdeki Rum'un ve Türk'ün mübadele edilmesi örneğinde olduğu gibi. Ayakta kalır kalmaz,daha fakir veya zengin olur orası da onların bileceği iş. Fakat özerk bile olsa 4 parça meselesinden hiçbirisi geri adım atmayacağı gibi tartışmasız gerçeklerde var.Benim asıl demek istediğim bu konular için Sykes-Picot'un yeni versiyonu ne öneriyor? Daha önce yazdığım gibi sykes-picot'u eleştirmek kolaydır ama alternatifini sunmak zordur. Amerika bile koyamadı, BOP bu anlaşmanın alternatifi olmaya adaydı ama daha başlarken uygulamadaki zorluklar görülüp çöktü. Tabi bu demek değil ki hiçbirşey yapılmasın,düşünce kuruluşları,fikir kulüpleri yeni düşünceler konuşacak belki ama şu da var ki bölge insanı bir aydınlanma çağına girmeden de bu anlaşma çökmez,yenisi yapılamaz. |
1. sayfa
Doğu'da iş makinelerini yakarak ve yatırım amaçlı planlanan her işe çomak sokarak mı Kürt halkına hizmet ediyorlar acaba anlamış da değilim..
Eski AKP savunucularından ama şimdi muhalif cephede yer tutan bu dönüş çizgisi ile Ahmet Hakan'a çok benzettiğim Levent Gültekin bu güzel yazısını paylaşmadan edemedim.
Bazıları (ki okuyacaklarını pek sanmam genelde forumda 3-5 cümle kurabilenlerin yine 3-5 cümle ile açtığı konuları okumak daha kolay ve basit oluyor) bu yazının devamı da var, onu neden paylaşmadın diyebilir. Şimdiden söyleyeyim yazının devamı HDP konusu ile alakalı olmadığı için..
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
HDP, Türkiyelileşme adı altında, ‘Herkes için demokrasi, özgürlük ve eşitlik’ diyerek, yıllardır bir türlü artıramadığı oyunu iki katına çıkardı. Ve şimdi 80 milletvekiliyle Meclis’te. Bir anlamda artık ülkenin de yönetimine adaylar.
Fakat HDP’nin özellikle de Kürt siyasi hareketinin artık bir karar vermesi gerekiyor. Çünkü bir tarafta meşru siyaset, diğer tarafta silah. Bir tarafta barış ve demokrasi vurgusu, diğer tarafta şiddetin hâlâ seçenek olarak görülmesi. Bir tarafta birlik, bütünlük söylemi, diğer tarafta Kürdistan hayalini canlı tutmak.
Bu çelişkiler, bu zıtlıklar toplumun önemli bir kesimini HDP’den uzaklaştırıyor.
Yanıtlanması gereken sorular
HDP, ülkeyi yönetmeye talip bir parti olarak mı yoluna devam edecek, yoksa hala silahı ve çatışmayı bir seçenek olarak gören hareketin bir parçası olarak mı? Siyaset sahnesinde demokrat bir özne mi olacak; siyaseti, ‘dava’nın bir uzantısı mı sayacak?
Yani demokrasi ve özgürlük mücadelesini her şeye rağmen barışçı bir yolla mı sürdürecek, yoksa devletin dayattığı şartlara göre savaşı ve çatışmayı da bir seçenek olarak görmeye devam mı edecek?
Eğer gerçekten büyümek ve ülke yönetimine katkı sunmak olmak istiyorlarsa, bu soruları yanıtlamaları gerekiyor.
Kimin sesine kulak verelim?
Kürt siyasi hareketinde ciddi bir dağınıklık var. Kimin ne dediği, nereye yürüdüğü, ne istediği belli değil.
Mesela HDP ile alakalı kimin sesine kulak vereceğiz?
“Ulus devlet çökmüştür artık demokrasi ve özgürlük mücadelesine geçiyoruz” diyen Öcalan’ın mı, yoksa “Türkiye Suriye’ye operasyon yaparsa biz de Türkiye’ye savaş açarız” diyen Murat Karayılan’ın mı?
Veyahut sık sık “Herkes için barış, özgürlük ve eşitlik” vurgusu yapan eş genel başkan Selahattin Demirtaş’a mı?
Yoksa tuhaf açıklamalarıyla, tavırlarıyla dikkat çeken diğer eş genel başkan Figen Yüksekdağ’a mı?
HDP mi dominant, KCK mı? Hangisinin sözleri, konuşmaları Kürt siyasi hareketini bağlıyor? Hangisinin önerileri HDP’nin gerçek politikası olacak?
Biz kime bakarak, hangisinin sözüne itimat ederek HDP’ye umut bağlayacağız? Ya da bağlamalı mıyız? HDP’nin böyle bir beklentisi var mı? HDP büyümek ve sorun olarak gördüğü meseleleri çözmek için iktidara gelmeyi istiyor mu, istemiyor mu?
Türkiye’yi mi istiyorlar Diyarbakır’ı mı?
HDP, daha doğrusu Kürt siyasi hareketi artık bir karar vermeli.
Çünkü, HDP Türkiye’deki en yenilikçi, en özgürlükçü siyasi söyleme sahip. Toplumun bütününü kucaklayacak önemli mesajlar veriyor.
Bundan dolayı da önemli bir ivme yakaladı. 7 Haziran öncesi uzattığı eli toplum havada bırakmadı. HDP’yi yüksek bir oy oranıyla Meclis’e gönderdi.
80 milletvekili önemli bir sayı. İzleyeceği politikayla demokrasi talep eden değil, demokrasi getiren bir parti konumuna geçebilir. Toplumun bütününe sesini duyurabilir. Meselelerin çözümü yolunda somut adımlar atabilir. Gelecek seçimlerden sonra iktidar ortaklarından biri olabilir.
İşte bu yüzden bir karar vermeliler:
Türkiye’yi mi istiyorlar Diyarbakır’ı mı?
Gerçekten kalıcı barış mı istiyorlar? Yoksa tüm bu barışçıl söylemler hep bir şarta ve amaca matuf olarak mı kullanılıyor?
Bütünlükten mi yanalar, yoksa bölgesel dengelerden bir pay kapma arzusu mu taşıyorlar?
Türkiye’nin birliği, bütünlüğü mü daha öncelikli onlar için yoksa bölgedeki Kürtlerin birliği bütünlüğü mü?
Türkiye’nin huzurunu mu daha çok önemsiyorlar yoksa farklı ülkelerdeki Kürtlerin huzurunu mu?
Kaldı ki Türkiye’nin huzurunu öncelik edinmek bölge Kürtlerini gözden çıkarmayı da gerektirmiyor. (İslamcılar da Türkiye’nin değil, başka ülkelerdeki İslamcıların huzurunu öncelediler. Ve sonunda hem Türkiye kaybetti hem de bölgedeki İslamcılar).
Günü mü kurtarmak istiyorlar, yarını inşa etmek mi?
Daha çok tabanın mı sesine kulak verecekler, Türkiye’nin mi?
Net olarak göstermeliler
Farkındayız, HDP tek başına karar verecek durumda değil. Bu nedenle hareketin tüm aktörlerinin beraberce bir karara varmaları gerekiyor.
HDP’yi nerede görmek istiyorlar? Bunu net olarak topluma göstermeleri gerekiyor.
PKK’nın silahlı mensupları şehir merkezlerinde taşkınlık yaparken, iş makinaları yakılırken, silah hâlâ masada tutulurken, insana değil etnik kökene vurgu hâlâ en yüksek düzeyde devam ederken, HDP toplumun bütününe güven veremez. Barışçı ve özgürlükçü söylemlerini hayata geçirecek bir zemin bulamaz. Toplumun bütün kesimlerinin gönül rahatlığıyla herhangi bir baskı hissetmeden, ikileme düşmeden oy verdiği bir parti konumuna yükselemez.
Diyeceğim o ki Kürt siyasi hareketi Türkiye’yi yönetmek istiyor mu, istemiyor mu? Eğer gerçekten Türkiye’yi yönetmeyi istiyorlarsa yüzlerini artık Türkiye’ye dönmeliler.
< Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Exnuc -- 13 Temmuz 2015; 12:05:49 >