Y

Çavuş
29 Mayıs 2009
Tarihinde Katıldı
Takip Ettikleri
0 üye
Görüntülenme (?)
8 (Bu ay: 0)
Gönderiler Hakkında
Y
14 yıl
MENEMEN OLAYI: Tarihi gerçekler ve olayın iç yüzü
Tarihimizde yer alan elem verici olaylardan biri. "Menemen Olayı"
Şehit asteğmen Mustafa Fehmi KUBİLAY'a Allah rahmet eylesin diyerek konuya başlıyorum.

Bu olay resmi tarihimizde hep aynı şekilde anlatıldı. Kitaplarda, ansiklopedilerde hep aynı dar kalıplarda basitçe bizlere aktarıldı. Ta ki 2006 yılına kadar. 2006 yılında Genelkurmay arşivlerinden çok ilginç belgelere ulaşıldı. Arkasından da o günleri yaşayanlarla yapılan röportajlar. Lütfen zamanınız yettiğince hepsini okuyunuz. İlk olarak konuya Can Dündar'ın Milliyet Gazetesinde yayınlanan röportajıyla başlayalım. Gerçek Menemen tanıklarıyla...

Kaynak: Can Dündar web sitesi



Menemen'in son tanıkları anlatıyor:

"'70 bin Arap geliyor' dediler. Korktuk. Alkışladık"

Menemen'de Kubilay'ın katledilişine tanıklık edenlerle 10 yıl önce bir belgesel için görüşmüştüm. Belgeselde kısaca yer verebildiğimiz bu tanıklıkları bugün, Kubilay'ın katledilişinin 75'inci yılında ilk kez yayımlıyoruz


SAMİ ÖZYILMAZ < Resime gitmek için tıklayın >

"Kubilay 'Hücum' dese hepsi süngünün ucunda kalırdı"
Eniştem bakkaldı. Sabah dükkanı açmış. 'Menemen'in etrafını 70 bin Arap'ın çevirdiğini' duymuş. Eniştem 'Gel dükkanı kapatalım' diye beni kaldırdı. Dükkanı kapattık. O eve gitti. Ben Hükümet'in (Vilayet'in) önüne gittim.
6-7 kişi vardı orada... Normal adamlardı, kafaları kasketli, omuzlarında çanta var. Birinin eli silahlı... Ellerinde bir bayrak... Musabey köyünün Çarşı Camii'nden almışlar sabah namazında... 'Öğlene kadar o bayrağın altından geçen geçecek, geçmeyen kılıçtan geçecek' diyorlarmış.
Millet etraflarını çevirmiş. Ben köşeden onlara bakıyorum. Epey durdular. Hükümet tarafından ya da büyüklerden kaymakam, hoca falan gelse, sivillere 'Yakalayın bu adamları' dese, yakalarlardı.
Ondan sonra telefon ettiler Alay'a... Bir manga asker geldi karşı sokaktan... Asker süngüyü taktı. Siviller açıldı. Orada Kubilay askere süngüyü taktıktan sonra 'Hücum' dese, hepsi süngünün ucunda kalacaktı.
Bir silah patladı. Bir tek el ateş edildi. Kubilay ayağından vuruldu. Asker geri kaçtı. Millet kaçıştı.
Kubilay önce Hükümet'e giriyor, kapılar kapalı. Oradan geri, camiye dönüyor, cami avlusundaki taşın dibinde düşüyor. Bunlar da gidip başını kesiyorlar.
Sonra askere telefon ediyorlar Hükümet'ten... Asker geliyor. Kahveden onlara makineleri tüfeklerle ateş ediyor. Hepsi esrarkeşmiş zaten. Asker hepsini vurdu, yalnız bir tanesi kaçtı, onu gördüm.
Sonra bütün cesetleri topladılar oraya... Halk toplandı, jandarmalar, subaylar geldi, ölülerin torbalarından esrar çıktı, parça parça... Ben de esrarı ilk orada gördüm. Cesetleri kamyonlarla götürdüler.
Sonra sıkıyönetim oldu. Kaçan adamı bulmak için haftalarca nöbet tuttuk. Evleri aradılar tek tek... Manisa'da bulundu. Bir oduncunun ekmek torbasını almış. Oduncu da ihbar etmiş, yakalanmış orada... 28-29 gün sonra... Mahkemeye getirdiler. Adama bizi gösterip 'Bunlardan kimse var mıydı?' diye sordular. O da bakıp 'Bu vardı', 'Bu yoktu' diyordu. 'Var' dese yandın.
Ben şofördüm. Mahkemenin emrinde akşam iki araba nöbet bekliyorduk. Adam kimin ismini söylediyse 'Getirin' diye telefon ediyorlardı. Getiriyorduk, içeride mahkeme ediyorlardı.
Onların asılacağı gün, nöbet yine bendeydi. Korkudan otomobilin dışına çıkmıyordum. Hep seyrettik, üzüldük.
Hükümet'in altında Birincieller'in evi var, önce onu astılar: Manisalı Hocazade Ahmet Efendi... Astıktan sonra önüne ismini asıyorlar. Ondan sonra geldik akasyaların altında birini astılar. Sonra Ali Efendi'yi tütün satılan barakanın yanında astılar. Adamlara mecburen cigara satan Molla Osman'ı astılar. O çok bağırdı asılırken 'Kurtarın' diye, askerler vaziyet aldı. Ondan sonra sırayla asıldı, asıldı, ta çarşının içine kadar hepsini gördüm.Kamyonlarla atıp mezara götürdüler öğlene kadar...
Bence asılanlar içinde suçlu olan yoktu. 6-7 tane sarhoşun işi... Bunlar içinde Menemen'den bir Gazozcu Abbas vardı, bir de Kubilay'ın kafasını bayrağa asmakta kullandıkları urganı elinden aldıkları çocuk...
Olaydan sonra bizi caminin önünde topladılar. Sivil birkaç kişi vardı, bir de alay komutanı paşa... Orada gözlüklü bir sivil "Menemen'i toprak halinde (yerle bir) görseydim, iftihar ederdim" dedi.
Bunlar gelmeden Menemen'de gericilik yoktu. Ama parti meselesi vardı. Serbest Fırka kazanmıştı. Onun intikamı mı, bilmem. Bildiğim şu ki Menemen'in bu işte hiçbir suçu yok. Zaten içlerinde Menemenli de yok."

* * *

SABAHAT ERKAL < Resime gitmek için tıklayın >

"Atatürk geçerken pencereyi açmazdı"
Babam Sabri Bey, Seferihisar'dan Menemen'e posta müdürü olarak atandı. İlkokulu bitirince 14 yaşında postanede çalışmaya başladım. Kubilay okulunun karşısındaki bir Rum evinde oturuyorduk.
Menemen mutaassıp küçük bir kasabaydı. Biraz gericiliği vardı. Mesela şapkaya karşı çok düşmanlık vardı. 'Şapkayı gavurlar giyiyor, biz nasıl giyeriz?' derlerdi.
O gün babam sabah 5'te postaneye gitmiş. Kahvenin önünde 6 kişinin hu çektiğini görmüş. Bunlar esrarkeşmiş, içip içip köylerden silah bıçak topluyorlar, şehre girince 'Biz mehdiyiz. Arkamızda 70 bin kişi var, Müslümansanız bu bayrağın altından geçin, yoksa kurtulamazsınız' falan diyorlarmış. Babam Kaymakam'ın evine gidip durumu anlatmış. Alay Kumandanı'na gitmişler. Kumandan, hemen 'Cephane alın ve Hükümet meydanına gidin' diye emir vermiş. Kubilay'ı görevlendirmişler.
Kubilay bir manga askerle meydana gitmiş. Gençlikten olsa gerek, hemen 'Ne istiyorsunuz?' diye birinin yakasına yapışmış. Fakat içlerinden biri silahı ateşleyince Kubilay ayağından vurulmuş. Askerler de ellerinde süngü olduğu halde kaçmışlar. Kubilay sürüne sürüne yakındaki camiye kaçmış, musalla taşına yaklaştığı sırada Mehmet'lerden birisi (bunlar dört Mehmet, iki Zeki idi) gidip bağ bıçağıyla kafasını kesmiş. Civardaki dükkanlardan sopa, ip istemişler. Kafayı sopanın ucuna asmışlar. 'Biz mehdiyiz' deyince halk da inanmış.
Biz pencereden seyrediyorduk, geçenler kaçışırken 'Kafayı değneğin ucuna takmışlar, gözlerini açıp kapatıyor' diyordu, çok fena oluyorduk. Böyle bir kargaşa... O sırada babam geldi eve, anneme 'Kadriye, siz hemen ev sahibinin evine geçin, memur ailelerine karşı bir hareket var' dedi. Bu arada iki bekçi de vurulmuştu. Kubilay'ın cenazesinde onlar da vardı arkada...
Adamlar, 'Arkamızda 70 bin kişi var' dediğinden çalılar, bağlar, her yer arandı. Hatta komutan tepelere toplar, tüfekler yerleştirdi. Şimdiki Kubilay İlkokulu'na kurulan Divan-ı Harp mahkemesinde ben şahitlerin ifadesini yazıyordum. Köyden gelen adamlara, hocalara 'Allahınız kim?' diye soruyorlardı. Onlar da 'İstanbul'da Esat Hoca' diyordu. Mehdi diye bunlara tapmışlar.
Esat Hoca'yı İstanbul'dan sedyeyle getirdiler. 90 yaşındaydı, eceliyle ölür diye asmadılar. Zaten çok yaşamadı, öldü. İdam edilecekleri gün babam dışarı çıkmadı, bizi de çıkarmadı. İbret için ortalığa asmışlar. Asılanlar içinde adamlara sigara, kazma, ip verenler de vardı. Babama durumu haber verdiği için İçişleri Bakanlığı takdirname verdi. Maaşına zam yapıldı.
Sonradan duyduk ki, Atatürk Manisa, Menemen çevresinden trenle geçerken penceresini bile açmazmış. Biz istasyona giderdik onu görelim diye, göremezdik."

* * *

MUSTAFA ŞENGÖNÜL < Resime gitmek için tıklayın >

Ben Menemen'de marangoz çırağıydım. Dükkanı açmaya gittim. Karşımda uncu Mehmet Efendi vardı. Belediye Meclis üyesiydi. Bana 'Dükkanı açma, eve git. Çarşıda bir karışıklık var' dedi. 'İzmir'den 70 bin kişi harekete geçti. Burayı işgal edeceklermiş' diye duyduk.
Ben dükkanı açmadan döndüm. Ama sonra meraktan geri gittim. Köşeden baktım, direğin etrafında 7-8 kişinin döndüğünü gördüm. Menemenli değillerdi. Bazısı sakallı. Aralarında genç olanlar da vardı. Bozalan'da kazandıkları parayla esrar alıp içmişler diye duyduk sonradan... Ellerinde silah vardı.
Bekçi Hasan'ı kafasından vurdular. Yere düştü. O zaman millet kaçtı. O ara Kubilay alaydan bir manga askerle gelmiş.
Ben Kubilay'ı tanıyordum. Bizim mahallede otururdu, yüksekte, Dermandağı'nda ev tuttuydu, gidip dönerken bizim evin önünden geçerdi. Uzun boyluydu.
Kubilay askeri yolun kenarına bırakmış, adamların yanına gitmiş.'Ne yapıyorsunuz burada?' diye sormuş. Adamlardan birine tokat atmış. Bunun üzerine ateş etmişler Kubilay'a, yaralanıp yere düşmüş. Silah patlayınca asker kaçmış. Cephanesizmiş. Kubilay sürüne sürüne cami avlusuna girmiş. Arkadan gelip kafasını kesmişler. Ben kanları gördüm sonradan... Karşıda eskici Kamil vardı ondan ip alıp kafasını bayrağın üstüne bağlamışlar.
Fabrikada çalışan bir Musevi vardı, oradan geçerken 'Sen de bayrağın altından geç' dediler. Bayrağın altından onu da geçirdiler. Karşıda Molla Osman'ın çalıştığı bir büfe vardı, ondan sigara aldılar.
Sonra ahaliye mecburi alkış yaptırdılar. Millet '70 bin kişi geliyor' korkusundan yaptı. Hepimiz korktuk. Meğer adamlar sarhoşken böyle demişler, hepsi yalanmış.
Ordu, haber alınca geldi. Kahvenin oraya mitralyözü koydular, bunlara ateş ettiler, kimi yaralandı, kimi öldü. Manisalı genç olan, mezbahanın oradan kaçtı.
Sonra sokağa çıkma yasağı kondu. Şimdiki Kubilay okulunun orada mahkeme oldu. Her gün benim dükkanın önünden geçiyorlardı. 4-5 jandarma bir kişiyi götürüyordu. Elleri kelepçeliydi. Sakalları uzamıştı.
İstanbul'dan bir şeyh geldi, o da mahkemelik oldu. Bunların asılacağı gece 'Yarın hepimiz asılıyoruz' demiş, kendisi de o gece mahpusta ölmüş.
Ben hepsinin asıldığını gördüm. Sabah geldiğimde caminin yanından Kabak Pazarı'na kadar 8-10 kişi vardı. İstasyonda 7 kişi vardı. Tren yolunda böyle boydan boya asılmışlardı. Kamil de istasyonda asılmıştı. Önlerinde bir kağıt vardı, ne suçu olduğu yazılıydı.
Manisalı bir çocuk, Kubbeli bakkalın önünde asılmıştı.
Suçsuz olanlar da asıldı. 'Neden sigara verdin?', 'Neden ip verdin?' diye Kamil'le Molla Osman'ı astılar. Halbuki Menemen içinden o hadiseye karışan kimse yoktu.
Sonradan bir emir gelmiş 'Menemen'i yakın' diye. Onu duydum. Korktuk tabii... Manisa'dan her sene otobüslerle gelip miting yapmaya başladılar. Çok şeyler söylediler bize, ama katlandık. Çünkü Menemenlilerin bu işte zerrece günahı olmadığını onlar da bilmiyordu."
Y
15 yıl
Blackwater-GATE skandalı (21.yy Haçlı Seferleri mi?)
< Resime gitmek için tıklayın >



Irak'a Haçlı seferine gitmişler!
< Resime gitmek için tıklayın >
07/08/2009 08:57


Irak'ta katliamlara imza atan Blackwater'la ilgili davada eski çalışanlar yöneticilerin 'Müslümanları ve İslam dinini yeryüzünden silmekle görevli Haçlılar' olduğunu iddia etti. Çalışanlar Iraklı öldürmeye teşvik edilmiş

NORFOLK - ABD’nin Irak işgalinin kaydadeğer kısmını özel güvenlikçilere devretmesinin sonucunda bir dizi sivil katliama imza atan Blacwater şirketine açılan davada iki eski çalışan tüyler ürpertici ifadeler verdi. Irak hükümetinin 2007’de ülkeden çıkması talimatı verdiği ve 2009’de lisansını uzatmayı reddettiği, buna rağmen ABD Dışişleri Bakanlığı ile bazı sözleşmeleri süren ve faaliyetlerini artık Xe adı altında devam ettiren şirkete açılan davada, Blackwater’ın kurucusu ve eski yöneticisi Erik Prince’in Haçlı zihhiyetiyle hareket ettiği dile getirildi.

‘Tapınak şövalyeleri’
Yakınları öldürülen 60 Iraklı adına Amerika’da açılan davada, haftabaşında biri deniz piyadeliği yapmış iki eski çalışan kimlikleri açığa çıkarsa hayatları tehlikeye girebileceği için takma isimle çarpıcı ifadeler verdi. Tanıklardan biri, Prince’in kendini ‘Müslümanları ve İslam dinini yeryüzünden silmekle görevli bir Haçlı olarak gördüğünü’ söyledi. Prince’in Irak’a kasten kendisi gibi Hristiyanlığın üstünlüğüne inanan elemanları gönderdiğini aktaran tanık, “Bu adamların Iraklıları öldürmek için herfırsatı kullanmasını istiyordu. Bunların çoğu Haçlı Seferlerinde Müslümanlara karşı savaşmış Tapınak Şövalyeleri’nin işaretlerini kullanıyordu. Çalışanlar sürekli ırkçı ve aşağılayacı ifadeler kullanırdı” dedi.
Prince’in şirketlerinin Iraklıların canlarının alınmasını teşvik etmekle kalmayıp ödüllendirdiğini de söyleyen tanık, meslektaşlarından edindiği bilgilere dayanarak, Prince’in Blackwater hakkındaki soruşturmayı yürüten federal yetkililerle işbirliği yapan ya da yapmaya hazırlanan çalışanları öldürttüğünü de iddia etti. Blackwater korumalarının öldürdükleri Iraklılarla böbürlendiklerini, zihinsel dengeyi değiştiren ilaçlar ve steroidler kullandıklarını, çocuk fahişelerle birlikte olduklarını da anlatan tanıklar, aşırı güç kullanılan olayların videoya kaydedildiğini, akşam izlendikten sonra silindiği, Prince ile diğer yöneticilerin suç isnad eden video, e-posta ve belgelerin tümünü yok ettiklerini, suç içeren eylemlerini ABD Dışişleri’nden sakladıklarını belirtti. Prince özel uçaklarını kullanarak Irak’a kaçak silah sokmakla, adamlarına Iraklılara en büyük zararı verecek yasadışı patlayıcı mermiler kullandırmakla, haraç kesmik ve vergi kaçırmakla da suçlanıyor.
Şirket ise suçlamaları reddedip 17 Ağustos’taki duruşmada gerekli yanıtı vereceğini duyurdu. Daha önce Avrupa Parlamentosu Blackwater’ın Tapınak Şovalyeleri ile aynı dönemde faaliyet gösteren Papa’ya bağlı Malta (st. John) Şövalyeleri ile bağlantılarına dair rapor hazırlamış, Jeremy Scahill’in 2007’de yayımlanan kitabında da Blackwater’ın yöneticilerinin kendilerini zamanımızın Haçlıları sanan Hristiyan fanatikler olduğu aktarılmıştı. (Times)


Link: http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay&ArticleID=948661&Date=07.08.2009&CategoryID=81

Y
15 yıl
Ergenekonun gerçek mirası
Ekonomi profesörü Eser Karakaş hocanın 3.08.2009 tarihli Star Gazetesindeki köşe yazısı.


< Resime gitmek için tıklayın >

Ergenekon’un gerçek mirası
Eser KARAKAŞ


Ergenekon ismi bugün bir hukuk davasını çağrıştırıyor.

Kimileri için ise bir cinayet çetesi ismi.

Meselelere biraz daha serinkanlı yaklaşırsanız aslında Ergenekon isminin çağrıştırdığı kavramlar bütünü eski Türkiye demek.

Ergenekon bir zihniyet, kendinden menkul yetkiler ve bir davranış kalıbı demek.

6-7 Eylül olayları da, ya taksim ya ölüm mitingleri de, 1 Mayıs 1977 de, Fırat’ın ötesinde ve bu tarafında gerçekleşen faili meçhuller de yine muhtemelen Ergenekon demek.

Bir kez daha tekrarlayım, Ergenekon eski Türkiye demek.

Son yıllarda ise Türkiye bu iğrenç kabuğu ucundan ucundan, AK Parti’nin gelgitleri sayesinde ve ona rağmen, çağdaş dünyanın muhtemel desteği ile de kırmaya çalışıyor.

Bu büyük mücadeleden kimin galip çıkacağı hala çok netleşmiş değil.

Bu yazıda eski Türkiye diye nitelendirdiğim Ergenekon’un bize bıraktığı mirastan siyasal, hukuksal değil, ekonomik örnekler vermeye çalışacağım.

Son yıllarda yaşadığımız ve bendenizin de karınca kararınca arkasında durmaya çalıştığım kabuk kırma gayretinin neye karşı bir mücadele olduğu belki daha iyi netleşir.

Birileri ise, basında, üniversitede, iş dünyasında, silahlı ve silahsız bürokraside bu eski kabuğu, “Türkiye’miz elden gidiyor” bahanesi ile savunmaya çalışıyorlar.

Kırmaya çalıştığımız bu kabuk, elden gittiği söylenen Türkiye, bakalım nasıl bir şey.

TÜİK’in (Türkiye İstatistik Kurumu) Eurostat (AB İstatistik Kurumu) ve OECD ile ortaklaşa yaptığı bir araştırmanın sonucunda Türkiye, 2008 yılı itibari ile otuz yedi Avrupa ülkesi arasında satın alma gücü paritesi esaslı kişi başına gelirde sondan ancak beşinci olabiliyor.

İşte eski Türkiye ya da Ergenekon’un genç kuşaklara bıraktığı miras bu.

“Türkiye’miz elden gidiyor” dedikleri bu ise, gitmesinde büyük sakınca olmayabilir.

27’ler AB’si ortalamasına 100 derseniz Türkiye’nin kişi başına gelir endeks değeri sadece 45.

Komşu Yunanistan ve Güney Kıbrıs’ın endeks değerleri 95, yani AB ortalamasına çok yakın.

Türkiye ise kişi başına geliri gösteren 45 endeks değeri ile Romanya (46) ve Karadağ (46) gibi ülkelerin bile gerisinde kalmış durumda.

İlla ki kendimizi avutmak istiyorsak Bulgaristan (40), Makedonya (32), Bosna Hersek (30) ve Arnavutluk’un (25) ilerisindeyiz.

Ama bu dört ülke dışında tüm Avrupa ülkeleri, AB üyesi olsun ya da olmasın, bizden fersah fersah ilerideler.

AB adayı Hırvatistan’ın kişi başına gelir endeks değeri 63.

Tabii bu arada İtalya (100), İspanya (104), Portekiz (75) gibi ülkeleri saymıyorum.

İrlanda (140), Hollanda (135), İsveç (121) gibi ülkeler zaten artık bizim ulaşamayacağımız bir ligin oyuncuları.

Israrla Türkiye’nin eski kabuğunun kırılmasına karşı çıkan çevreler aslında ve özünde ortalama Türkiye Cumhuriyeti yurttaşının refah seviyesinin Yunanistan’a, Portekiz’e, Macaristan’a (63) yaklaşmasına karşı çıkıyorlar.

Ve buna da aptalca bir zihniyet ve söylem ile milliyetçilik ya da ulusalcılık diyorlar.

Şayet milliyetçilik ya da ulusalcılık bu ise, ortalama yurttaşımızın kişi başına gelirini Yunanistan’dan çok geride bırakmak ve bıraktırmak ise, bizlerin milliyetçi ya da ulusalcı olmadığına hiç ama hiç kuşku yok.

Ergenekon’u ya da eski Türkiye’yi savunanlar nedense bu gibi araştırmalara hiç değinmiyorlar.


http://www.stargazete.com/gazete/yazar/eser-karakas/ergenekon-un-gercek-mirasi-haber-205222.htm
Y
15 yıl
IMF ve IMF\u0027cilere sıkı bir eleştiri
IMF ile ilgili sıkı bir eleştiri yazısı. Tamer Korkmaz takip ettiğim az sayıdaki yazarlardan biridir. Yiğit Bulut, Barlas, Mustafa Karaalioğlu, Can Dündar, Şamil Tayyar gibi takip ettiğim yazarlardan biridir.


01.06.2009

Boyunduruk

Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Moody's Başkan Yardımcısı Kristin Lindow “Türkiye'nin IMF finansmanı olmadan ancak bu yazı çıkarabileceğini” öne sürüyor.

Moody's eksenli bu 'şahane' güdülemenin Doğan Grubu'nu yönetenleri veya TÜSİAD Başkanı Arzuhan Hanım'ın sevindirdiğini söylemeye gerek var mı?

*

'Kriz ortamına rağmen' IMF'siz bir yıl geçmiş…

“IMF olmadan çöker(sin)iz” kehanetleri boş çıkmış…

Ne gam; ekonomik güdülemeye, yeni IMF anlaşması pompalamaya tam gaz devam!

*

“Sonbaharda IMF ile anlaşma imzalanır” diyenler de var;

“IMF ile anlaşma yapılmayacak” öngörüsünde bulunanlar da…

Güngör Uras, Milliyet'te “IMF'siz bir yıl”ı yorumlarken “Hükümet, IMF ile ha anlaştı ha anlaşacak” ümidinin canlı tutulduğuna dikkat çekerek “Böyle geldi, böyle gidecek gibi” diyor ve ekliyor:

“Yabancı sıcak para, IMF'siz geçen bir yılda üstelik kriz döneminde büyük ölçüde kaçmadı. Hisse senedi, kamu borç senedi ve mevduat toplamı geçen nisan ayında 80 milyar dolardı. Şimdi 52 milyar dolar. Krize rağmen 52 milyar dolar sıcak paranın ülkede kalması fena değildir. Tamamı kaçabilirdi. Bunlar hükümeti cesaretlendiren gelişmelerdi…”

*

Yatırım bankası Merrill Lynch de Türkiye'nin IMF ile anlaşmasının gerekli olduğunu savunan koroya katıldı.

Merrill Lynch'in gelişen piyasalarla ilgili haftalık analizinde “Hükümetin, Türkiye'yi yıllardır süren IMF boyunduruğundan kurtararak tarihe geçmek istediğinden, fakat bunun küresel kriz dönemine rastlamasının iyi bir zamanlamaya işaret etmediğinden” söz edildi.

Analizde, hükümetin anlaşmayı geciktirme politikasına IMF'nin yeterince esnek davranmaması ve yerel seçimler nedeniyle hak verildiğini ancak bu aşamalar geride kaldıktan sonra 'IMF anlaşması olmadan yabancı sermaye girişinin azalması riskinin artacağı' öngörüsünde bulunuldu.

*

Gördüğünüz gibi, Türkiye'yi bir kere daha IMF'ye yazabilmek için yürütülen çabalar hız kesmiyor.

“IMF boyunduruğuna hâlâ ihtiyacımız olduğu” algısı sürekli olarak tazeleniyor. İçeriden ve dışarıdan hatırı sayılır güdülemeler yapılıyor.

Bu arada, bir dönemin “Dervişmen”i Kemal Bey çıkıyor, “IMF ile anlaşıyor gibi yapmak strateji değil” diyerek inceden kılçığını atmayı ihmal etmiyor.

“Türkiye, üstelik kriz ortamında nasıl oldu da IMF'siz yapabildi, bir yaz üstüne bir de kış geçirdi?” diye adam akıllı bir sorgulamaya yanaşan yok.

Çünkü, böylesi bir sorgulamanın sonunda “IMF Yanılsaması”nın deşifre edilmesi kaçınılmazdır. Bu da, Türkiye'ye yeni IMF anlaşması dayatan çevreleri zor durumda bırakır.

*

“İçimizdeki IMF'ci takımı”nın aradan üç yıl geçmesine rağmen hâlâ izah edemediği, izah etmeye hiç yanaşmadığı “dönüm noktası saymamız gereken çok önemli hadise”yi bu vesileyle bir kere daha hatırlatayım.

Türkiye'de mali piyasalar, 2006'nın Mayıs-Haziran'ında üç hafta süreyle ciddi bir biçimde sallanmıştı.

(Paul Wolfowitz'in gizlice İstanbul'a gelip Çengelköy Kordon Restoran'da işadamlarımızı güdüleme girişimlerinde bulunduğu günlerden söz ediyorum!)

Bu süre zarfında tam 25 milyar dolar sıcak para kaçmıştı.

O dönemde iddia edildiği gibi 4 milyar dolarla sınırlı değildi, kaçan para; bir başka deyişle yaşananları “Hafif bir sallantı” diye tanımlamak mümkün değildi…

Bu “ekonomik provokasyon”a rağmen devasa bir kriz yaşanmamıştı. Çünkü, kaçan sıcak paranın yerine aynı miktarda para piyasalara girmiş, Atlantik'in öte yanından düğmesine basılan “ekonomik operasyon” berhava edilmişti.

Türkiye, bu ciddi travmayı IMF'siz atlatmıştı, o günlerde…

Peki, 2008'in Aralık ayında, Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz'ın ne dediğini hatırlayan var mı?

Sanmıyorum…

Şu sözleri o günlerde de öne çıkarılmamıştı:

“Türkiye, bugün -2006'nın Haziran ayındaki kriz durumuyla kıyaslandığında- çok iyi durumdadır.”

*

Şu tesadüfe bakın siz…

Bir yıldır “IMF anlaşması olmazsa batarız”ı dayatanlarla Türkiye'nin üç yıl önceki ekonomik travmayı atlatmasından rahatsızlık duyanlar aynı cephede yer alıyorlar!


Köşe yazarı: Tamer Korkmaz
Y
15 yıl
MOVED: IMF ve IMF\u0027cilere sıkı bir eleştiri
Y
15 yıl
İnsanın sonsuzluk kavramını anlaması mümkünmü?
Sonsuzluk anlaşılabilir mi?


< Resime gitmek için tıklayın >


Bir bardağa denizin yerleşmesi mümkün olmadığı gibi, sınırlı olan insan aklının da sonsuzu kavraması mümkün değildir. Şu var ki, insan sonsuzu anlamasa bile onun varlığını bilebilir. Bilmek, inanmak başka anlamak daha başkadır.

İnsanoğlu her şeyiyle sınırlı. Hayatının bir başlangıcı var. Her başlangıç bir sondan haber verdiği için bu hayatın bir de sonu olacaktır. İşte, başı ve sonu olan bu kısa hayat içerisinde, insan her yönüyle sınırlı işler görebiliyor. Gözü, mevcut ışınların ancak %2.5 kadarını görebiliyor. Kulağı sadece belli bir frekanstaki sesleri işitebiliyor.

Madde aleminde açıkça görünen bu hakikat, ruh aleminde de geçerli. İnsan aklı her şeyi anlayamıyor. Zira, öğrenmeye başlamasının bir başlangıcı var. Başlangıcı olan ilim sonsuz da olamıyor; tıpkı hayat gibi...

İnsan aklının aczinde başlangıç noktası, kendini anlayamamasıdır. Şu sınırlı akıl, henüz kendini anlamış değilken nasıl oluyor da sonsuzu anlamaya kalkışabiliyor?.. Üçün dörtten küçük olduğunu bilen insanoğlu, yine kesinlikle bilir ki, ben üçten dördü çıkarmaya kalkışırsam menfi bir netice ile karşılaşırım. Bunu bildiği halde, sınırlı olan aklına sonsuzluğu sıkıştırmaya çabalıyorsa, sonucun eksi sonsuz, yani sonsuz bir menfi olacağını da baştan kabul etmiş demektir.

İnsan sonsuzu anlayamaz, ama sonsuza inanabilir... Bu da insanoğluna büyük bir ilahî lütuftur. Yoksa, bütün sıfatları sonsuz olan Rabbine nasıl iman edecekti?..

Bu vadide insanoğluna bir mukayese imkanı, bir fikir yürütme, istidlalde bulunma gücü verilmiş. O, bu güç sayesinde çok iyi bilir ki, bu alemde benim bir başlangıcım ve sonum olduğu gibi, her şeyin de yine bir ilk ve son noktası var.

Başlangıcı olan her şey, bize şu iki hakikati birden ders verir: Beni yoktan yaratan bir zat var ve onun varlığı ezelidir. Aynı şekilde her son da bize ebedi bir zattan haber verir. Kendimize şu soruyu soralım: Senin anlayamadığın sadece sonsuzluk mu? Yer çekimini anlayabiliyor musun? Güneşin, gezegenlerini nasıl çekip çevirdiğini kavrayabiliyor musun? Ruhun, aklın, hayalin, hafızanın mahiyetlerini bilebiliyor musun? Elma ağacının içindeki o manevi fabrikayı izah edebilmiş misin? Yumurta nasıl oluyor da, uçan bir kuş oluyor? Nutfe dokuz ay sonra nasıl ağlıyor, görüyor, işitiyor? Bu alemde insanın göremedikleri gördüklerinden, anlayamadıkları anladıklarından, bilmedikleri bildiklerinden çok fazladır.

İnsanın, bu fani eşyayı anlamış gibi, bekayı anlamaya kalkışması onu en azından yorar. En azından diyorum, çünkü bu gibi yersiz arayışların insanı sersem etme ve yoldan çıkarma ihtimali de vardır...

İnsanın sonsuzu anlama gayreti iki ayrı sahada cereyan ediyor. Birisi, ilahi sıfatların sonsuzluğu, diğeri de ahiret hayatının sonsuzluğu... Bu ikisi arasında, gözden kaçmaması gereken önemli bir farklılık var. Ahiretteki sonsuzluktan söz edildiğinde, zihinlerde hemen zaman ve müddet kavramları canlanır. Sonu gelmeyen, tükenmeyen, fani olmayan, arızalanmayan bir hayat... Burada verilen hayatın geri alınmaması, baki kılınması söz konusudur. Bunu aklın almaması için bir sebep olmasa gerek..

Allah ın sıfatlarının sonsuzluğuna gelince: Onun kudreti sonsuzdur, demek, “ne kadar alem yaratırsa yaratsın kudretinde bir noksanlık olmaz” demektir. İlminin sonsuzluğu onun cehilden münezzeh olduğu manasınadır. Diğer sıfatlar da aynı şekilde, aynı mantık içerisinde değerlendirilmelidir. “Ezeli olan elbette ebedidir” hakikati, Cenabı Hakk ın zatı için de geçerlidir, sıfatları için de... Yani, onun bütün sıfatları sonsuzdur, ebedidir. Zira, hiçbiri sonradan var olmuş değildir; hepsi ezelidir.


Alaaddin Başar (Prof.Dr.)



Alaaddin Başar kimdir?
1947 yılında Erzurum’da doğdu. İlk, orta ve yüksek tahsilini aynı ilde tamamladı. 1969 yılında İşletme Fakültesinden mezun oldu. 1970 yılında asistan, 1974’de doktor, 1978’de doçent, 1988’de profesör oldu. Halen, Erzurum’da İktisadî ve İdarî Bilimler Fakültesinde İşletme bölümünde (Sayısal Yöntemler) öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır.
http://fakulteler.atauni.edu.tr/ikt_english/anabilim_detay.php?x=Department%20of%20Business&srn=2

Y
15 yıl
Kosovada istikrarın sağlanmasında Osmanlı faktörü !
Bağımsız Kosova'da İstikrar

Şubat 2008'de bağımsızlığını ilan eden Kosova'yı, bir yıl dolmadan 54 devlet tanımıştır. ABD ile birlikte eski Yugoslavya cumhuriyetlerinden Hırvatistan, Makedonya ve Karadağ ile AB ve NATO gibi Avrupa'nın önemli örgütlerinin tanıması anlamlıdır.

Balkan Savaşı sonunda Osmanlı'dan kopan Kosova, Sırbistan'a katılmıştır. II. Dünya Savaşı öncesinde bir müddet İtalya kontrolünde Arnavutluk'a bağlanmış, daha sonra Tito başkanlığındaki Yugoslavya'yı oluşturan 6 cumhuriyet yanındaki 2 özerk bölgeden biri olmuştur. Kosova'nın Belgrad'a karşı isyanını, Tito, diğer federe cumhuriyetlerin sahip olduğu hakları 1974'de vererek önlemiştir. Bunlar arasında Yugoslavya'dan ayrılma hakkı da bulunmaktadır. Tito'nun 1980'de ölümünden sonra, Sırp yönetimi bu hakları hiçbir zaman tanımak istememiş, 1989'da Kosova'nın özerkliğini kaldırmıştır.

Hırvat asıllı Tito'nun diğerlerine daha fazla haklar tanıyarak Yugoslavya'nın en büyük etnik grubu (1981'de yüzde 36) Sırplara haksızlık yaptığı yönündeki Sırp görüşü, dâhi liderin farklı etnik grupları barış içinde aynı devlet çatısı altında barındırma politikasını anlamadıklarını göstermektedir.

1979'da bir av partisinde Tito'nun beyanı ilginçtir. Bu partiye katılan Belgrat Büyükelçimiz Oğuz Gökmen'in Tito ile, avlanacak olan sülünlerle ilgili konuşmasını kendi cümlelerinden nakledelim: ".. Tito çok keyifli idi. Bana 'Bu sülünler Mohaç'tan kaçmışlar, Osmanlı'dan kaçmışlar..' diyerek latife etmek istedi. Kendisine 'Biz artık Osmanlı değiliz..! diyecek oldum. Daha tercümeyi beklemeden, 'Osmanlısınız Bre.. Osmanlısınız..! Ne çekiniyorsunuz Osmanlıyım demekten? Biz bu memlekette altı milleti bir arada yaşatmayı, yönetmeyi Osmanlı'dan öğrendik..!' dedi." (Diplomasi, İstanbul, 2006, s.331).

Prof. Dr. Alaeddin YALÇINKAYA

http://www.oncevatan.com.tr/Detay.asp?yazar=31&yz=13008
Y
15 yıl
TT-NET çıldırmış olmalı !
Türk Telekom mu çıldırdı yokda modem mi anlayamadım. Hattımız 256/1024 sınırsı. TT-NET. Bağlantı hızlarına bakın.
Bu göterdiği hızlara rağmen download hızı 100 kb/sn üzerine çok çıkamıyor.



< Resime gitmek için tıklayın >
DH Mobil uygulaması ile devam edin. Mobil tarayıcınız ile mümkün olanların yanı sıra, birçok yeni ve faydalı özelliğe erişin. Gizle ve güncelleme çıkana kadar tekrar gösterme.