I

Yüzbaşı
06 Ekim 2012
Tarihinde Katıldı
Takip Ettikleri
1 üye
Görüntülenme (?)
29 (Bu ay: 0)
Gönderiler Hakkında
I
11 yıl
2010 Polo hakkında birkaç soru
Arkadaşlar selam,2010 model polo almayı dusunuyorum,ancak bir kac sorum var.

-2010 Model/Otomatik/1.4 Comfort/20-60bin km arası polo ne kadara alınır ?,ne kadardan fazlasını vermemem gerekir ? (Kaza-hata-boyasız arıyorum)
-Arabayı 1-2 sene içerisinde satmak istersem ne kadar zarar ederim ?
-Yakıt durumu hakkında bildiginiz var mı?
I
11 yıl
40Bin Liraya kadar 2.el araç tavsiye
Arkadaşlar selam,40Bin tl ye kadar 2.el araç tavsiye ederseniz sevinirim.2010 model polo 38-40bin civari istiyorlar,aynı ücrete 2012 model ibiza da alabilirim,otomatik olması onemli,tavsiyeleriniz nelerdir ?
I
11 yıl
Ps3 harddisk
Arkadaslar merhaba,ben yıllar önce ps3 almıştım ancak pek oynayamadım,malum yaş ilerledikce cevreden gelen tepkiler artıyor :) güzel oyunlar çıkınca kırdırıyım dedim ara sıra oynarım diye,ancak 40gb oldugu icin fazla oyun alamıyor malesef,şimdi sorum şudur ben bu ps3 e harddisk alıp taksam icine oyun attırabilirmiyim,yada kullanmadıgım bilgisayarlardan herhangi birinden harddiskini cıkarsam ps3e uyarmı ? yardımcı olursanız sevinirim.Selamlar.
I
11 yıl
Hayat hakkında
Arkadaşlar merhaba,Reshad khalifa'nın bu videosunu şahsen çok begenirim,bilmeyenler için bir Reshad Khalifa'yı biraz tanıyalım

Reşad Halife (19 Kasım 1935 – 31 Ocak 1990) Kur'an'da 19 Mucizesi olarak bilinen ve İslâm Dünyası'nda tartışmalara yola açan "matematiksel sistemi" 1974 yılında keşfeden bilim ve reformist din adamı. Mısır'da doğdu.
ABD'de biyokimya dalında doktora yaptı. Bir süre Birleşmiş Milletler'de bilim danışmanı olarak çalıştı. Uluslararası bilimsel dergilerde yayımlanmış iki düzine makalesi bulunmaktadır.
19 Mart 1989 yılında toplanan ve aralarında Şeyh Abdülaziz Bin Baz ile Yusuf Kardâvî'nin de bulunduğu 38 kişilik "Dünya İslâm Fıkıh Konseyi" tarafından Salman Rüşdi ile birlikte ölüme mahkûm edildi. Kendisi hakkındaki ölüm fetvası ve tehditlerine rağmen her gün sabah gün doğmadan önce Tucson Camisi'ne gitmeyi rutin haline getiren Halife, bu davranışnın bedelini hayatı ile ödedi. Camiye saklanan iki kişininin saldırısına uğrayan Halife, yirminin üzerinde yerinden bıçaklanarak 31 Ocak 1990 tarihinde öldürüldü.

Videoyu izlemek için tıklayınız

Şunu da ekliyeyim,videoyu sevmeyebilirsiniz,fikrinize uymayabilir tabii ki,ama bu konuyu tartışma yaratmak için açmadım,ona göre yorum yaparsanız sevinirim.

Selam ve sevgiler.
I
11 yıl
Felsefede Yalnızlık
Plato Symposium adlı eserinde yalnızlığı veya bireyin soyutlanma hissine sürüklenmesini, insanın davranışsal ve bilişselliğinin baskın olmasıyla açıklamıştır. Aritophane’nin insan sevgisi ve bir başkasına ihtiyaç duyma ile ilgili konuşmasında da yalnızlık umutsuzluk ve ayrı kalma imajı olarak tasvir edilmiştir. Aristo (MÖ 384-322/1985) Yalnızlığın istenmeyen ve davet edilmemiş bir his olduğu hususunda Plato’yla aynı görüşte olmuştur. Aristo insanın sosyal olmasına yani başkalarıyla birliktelik aradığına inanmıştır. O arkadaşsız bir varoluşu kimsenin seçemediği hatta her şeyin var olup da arkadaşının olmamasını kimsenin düşünemeyeceğine inanmıştır.

Hıristiyan varoluşçu Kierkegaard’a göre birey olabilmek için bir kimsenin varoluşun yokluğunun korkusunu kabul etmesi lazım. Bu
kabul ile bir birey yalnızlığın korkusuyla yüzleşir, böylece bir birey olabilirler. Yine ona göre bireyler, ne olmak istedikleri konusunda
cesaret ve istek sahibi olmalıdırlar. Yalnızlıkla baş edebilmek için tek yol ise bu olabilir. Şayet birey yalnızlığı yeterince derinlemesine hissederse bu duygusunu çok derin bir şekilde paylaşabilir. Yine ona göre insanlar hakikati ancak kalabalıklardan kendilerini ayrı tutarak bulabilirler. Arkadaş olmak yalnızlık için insan varoluşunun kalbine girmektir. Kierkegaard’ın görüşlerini daha da genişleten
Schopenhauer’a göre ise bağımsızlık insan yalnızlığının doğrudan bir sezgisidir. İnsanlar kendileriyle başbaşa kalabildikleri
sürece yalnız kalabilmişlerdir ve yalnızlığı sevmeden ve bağımsızlığa âşık olmadan bir birey olunamaz.Diğer bir deyişle bir kimse tek
başına kalabildiği sürece hürdür. Yalnızlığın özgürlük için bir temel olduğu görüşü aynı zamanda Buber (1923/1958) tarafından kabul görmüştür. Buber bireysel özgürlük ve seçme hakkının insanlık için çok önemli olduğunu ve yalnızlığın başkalarıyla, kendisiyle ve Tanrı ile ilişkilerinde aşkınlık ifade ettiğini vurgulamıştır. Bir kimsenin doğru bir birey şeklinde tam olarak bilinebilmesi için başkalarından ayrı olması gerektiğine inanmıştır. Buber ayrıca, insanların dış dünyaya yani başkalarıyla birlikte olmaya açık olması durumunda da başarılı olduğunu ve geliştiğini ifade etmiştir.Yine insanoğlunun varoluşunun en temel gerçekliği bireyle bir başka birey arasındaki ilişkidir ve bu ilişki boyunca bireyler kendi başlarına bilemeyecekleri kesin anlamları paylaşırlar.
Buber yalnızlığı insanî durumun bir parçası olarak kabul etmiştir. Fakat onunla kavga etmek yerine onun üstesinden gelmenin yolunu araştırmıştır.

Son olarak çok sevdigim bir yazıyı ekleyeyim.

Tehlikelidir mutsuzluk.

İnsanı şaşırtır.

Telaşlandırır.

Öç duygusuna sürükler.

Yalnızlık korkularıyla yakar.

Geçmişin hatıralarıyla hırpalar.

Yabancılara muhtaç eder.
Ve, birçok insan mutlu olduğunu bilmediğinden mutsuzluğa düşer.

Bir kere mutsuzluk nehrine düştün mü de çıkması zordur.

Bilirim o suları, oralarda yıkandım.

Dostoyevski

Selam ve sevgiler.
I
11 yıl
İki mektup
Servius Sulpicius ve Marcus Tullius Cicero,çok beğendiğim filozoflardandır,ikisinin arasında geçen mektubu ne zaman okusam derinlere götürür beni.Sizlerinde begenecegini düşünüyorum.

SERVİUS SULPİCİUS'TAN CİCERO'YA

(FAM.IV,5)


Kızın Tullia'nın ölümünü haber alınca bu habere tahmin edebileceğin kadar üzüldüm, kederlendim. Bu felâket yalnız senin başına gelmedi diye düşündüm, hepimizin başına geldi. Senden uzakta olmasaydım, seni hiç yalnız bırakmazdım, kederimi sana yakından gösterirdim. Gerçi böyle bir felâkete uğrıyan insanı teselli etmeğe kalkışmak hem zavallı, hem de acı bir teşebbüstür, çünkü seni teselli etmek istiyen akrabalar, yakın dostlar aynı acıyı duyarlar da, teselli etmeğe çalışırken, kendileri de göz yaşlarına boğulurlar, bir de bakarsın, başkalarına yardım edebilmek şöyle dursun, başkalarının yardımına muhtaç oluverirler. Bununla beraber şu dakikada aklıma gelen sözleri sana kısaca yazmağa karar verdim. Bunları sen kendin bulamazsın diye değil, ama belki de kederin mâni olur da vaziyeti pek açık göremezsin diye yazıyorum. İçini kemiren bu şahsî acı ile ne için kendini bu kadar harabediyorsun? Vatanımız, şerefimiz, itibarımız, bütün mevkilerimiz nerede? Bir felâket daha eklenince, kederin artabilir miydi sanki? Felâketten felâkete uğraya uğraya, ruhun nasırlaşıp hiçbir şeye kıymet vermemeğe alışmadı mı? Yoksa felâketler arka arkaya geldi diye mi üzülüyorsun? Söyle. Kim bilir kaç defa benim vardığım şu sonuca varmış olmalısın: Yaşadığımız devirde acı çekmeden, hayattan ölüme geçme bahtiyarlığına erişenler mutlu kimselerdir. Kızını böyle bir zamanda hayata bağlıyabilecek ne vardı? Hangi olay? Hangi ümit? Hangi gönül tesellisi? İleri gelen bir gençle evlenip ömür sürmek için mi yaşıyacaktır? İtibarlı bir kimse olduğun için, gençler arasından kızını, için rahat olarak emanet edebileceğin bir damat seçebilirdin. Yoksa kızın, büyüyüp geliştiğini sevinçle gördüğü çocuklar yetiştirmek için mi yaşıyacaktı? Bu çocuklar babalarından aldıkları görevleri üzerlerine alabilecekler miydi? Mevkileri zamanında elde etmeğe aday olabilecekler miydi? Devlet işlerinde, dostları uğrunda giriştikleri işlerde hürriyetlerini kullanabilecekler miydi? Yukarda saydıklarımın hangisinin verilmesi ile alınması bir olmadı? "Ama evlâdını kaybetmek felâkettir" diyeceksin, doğru, felâkettir; ama bütün bunlara katlanmak, boyun eğmek daha büyük bir felâkettir. Bana büyük bir teselli veren bir hâtıramı sana anlatmak istiyorum, belki acını hafifletebilir. Anadolu'dan dönerken gemimiz Aigina'dan Megara'ya doğru yol alıyordu, etrafımızı çeviren bölgelere bakmağa başladım: Arkamda Aigina vardı, önümde Megara, sağımda Pire, solumda Korint . Bütün bu şehirler bir zamanlar, gelişmiş, parlak şehirlerdi, şimdi ise yıkılmış, yerle bir olmuş, gözlerimin önünde uzanıyordu. O zaman kendi kendime şöyle düşünmeğe başladım: "Ah, biz zavallı insanlar! İçimizden biri ölür ya da öldürülürse üzülür, kederleniriz. Ama bir tek yerde bu kadar şehir cesedi yatıp dururken, biz insanların hayatı daha kısa olmamalı mı? İnsan olmaktan çıkabilir misin Servius? Sonunda bir insan olarak doğmuş olduğunu unutmak mı istiyorsun?" dedim. İnan bana, böyle düşünmekle büyük bir kuvvet buldum. İstersen sen de şunu gözünün önüne getir: Daha, çok olmadı, bir çırpıda bu kadar ünlü kimse öldü; Roma devletinden bu kadar insan eksildi; bütün eyaletler altüst oldu; küçük bir kızın ölümlü ruhu yok olursa, bu kadar kederlenilir mi? Bir ölümlü olarak doğduğuna göre, şimdi ölmeseydi, birkaç yıl sonra ölmiyecek miydi? O halde, aklını, fikrini bu düşüncelerden kurtar, sana daha çok yaraşan düşünceleri aklına getirmeğe çalış: De ki, gerektiği kadar yaşadı, devlet var olduğu müddetce o da vardı; babasını pretor, konsul, augur olarak gördü; ileri gelen gençlerle evlendi; hemen hemen her türlü nimetten pay aldı. Bu yüzden ne sen, ne kızın kaderden şikayet edebilir miyiz? Sonuçta, senin de,bir Cicero, başkalarına öğütler, fikirler veren bir Cicero olduğunu da unutma! Başkalarının hastalıklarına bakarken,tıp ilmini bildiğini söyleyip, kendilerine bakamıyan kötü hekimler gibi hareket etme. Başkalarına verdiğin öğütleri sen kendi kendine de ver, gözünün önünde tut. Uzun bir zamanla hafiflemiyecek, azalmıyacak hiçbir acı yoktur.
Senin bu zamanı beklememen , bu hale bilgeliğin ile karşı koyamaman sana yaraşmaz. Yer altında yaşıyanlarda his varsa, kızın seni seviyordu, bütün yakınlarına saygı ile bağlı idiyse, şimdi senin böyle hareket etmeni istemez. Bunu ölmüş kızından esirgeme; senin acın ile acılanan dostlarından esirgeme; sana herhangi bir hususta muhtaç olabilecek vatanına, senin yardımlarından, fikirlerinden faydalanmak imkânını bağışla. Sonunda, mademki bir defa bu vaziyete boyun eğmek zorunda kaldık, dikkat et, sakın biri çıkıp da senin , kızının acısı için değil, devletin içinde bulunduğumuz dönemi için, başkalarının zaferleri için yas tuttuğunu sanmasın. Bu konuda daha fazla yazmaktan çekiniyorum, senin bilgeliğine, aklına güvenmediğimi sanırlar. Bunun için, yalnız şu noktayı belirttikten sonra, yazıma son vereceğim: Senin mesut günleri asaletle karşıladığını, bu yüzden büyük övgülere hak kazandığını kaç defa gördük, felâketleri de aynı şekilde karşılayabileceğini bize göster, felâketlerin senin için, lüzumundan fazla bir yük olmadığını bize anlat. Bütün faziletlerden yalnız bu faziletin sende olmadığını söyliyemesinler. Bana gelince, daha sakin bir ruh haletinde olduğunu öğrendiğim zaman, sana burada olup bitenleri, eyaletin ne halde olduğunu bildireceğim. Sağ ol.
( Atina,İ.Ö.Mart 45)

CICERO'NUN SERVIUS SULPICIUS'A CEVABI

(FAM.IV,6)


Evet Servius, mektubunda yazdığın gibi, bu en büyük felâketimde yanımda bulunmanı isterdim: yanımda bulunup beni teselli etmekle, hemen hemen benim kadar acı duymakla bana ne kadar yardım edebileceğini, mektubunu okuduğum zaman hissettiğim sükûnetten kolayca anladım. Çünkü hem yasımı dindirecek sözler yazmışsın, hem de beni teselli ederken kendin de aynı acıyı duymuşsun. Senin Servius'un o anlarda yapılabilecek her türlü yardımlarıyla, bana ne derece değer verdiğini, bana karşı duyduğu hislerin senin ne kadar hoşuna gideceğini gösterdi. Muhakkak ki onun tesellileri benim için her zaman hoştu, ama hiçbir zaman bu seferki kadar hora geçmedi. Sen ise beni yalnız yazılarınla, âdeta bir hastalık haline gelen derdime iştirakinle değil, şahsiyetin, büyük nüfuzunla teselli ettin. Çünkü felâketime, senin gibi bu kadar bilgelikle donanmış bir kimsenin söylediği şekilde katlanmamayı kendim için bir ayıp sayıyorum. Ama ara sıra acının altında eziliyorum, acıma güç dayanabiliyorum, çünkü aynı felâkete uğrıyan insanları gözümün önüne getiriyorum da, onların tesellilerinden mahrum olduğumu görüyorum: Q.Maximus, konsüllüğe erişen büyük işler başarıp ünlü bir adam olan oğlunu kaybetti. L.Paulus ise yedi gün içinde iki oğlunu birden toprağa verdi. Senin Gallus'un da, Cato da çok zeki, çok erdemli çocuklarını kaybettiler. Ama felâketleri, devlet işlerinde kazandıkları itibarın, yaslarına bir merhem olabileceği zamanda başlarına geldi. Ben ise mektubunda hatırlattığın, çalışa cabalıya elde ettiğim o şereflerden mahrumum.Bir tesellim vardı, o da elimden alındı. Beni düşüncelerimden kurtaracak ne bir dost kaygısı, ne bir devlet görevi vardı; forum'da hiçbir dâvaya bakmayı canım istemiyordu, Curia'ya gözlerimi ceviremiyordum. Olanca maharetimi, kaderin bana bağışladığı her türlü nimeti kaybettim gibi geliyordu, gerçekten de öyleydi. Ama başıma gelenlerin, senin, daha birkaç kişinin de başına geldiğini düşününce, kendi kendime hâkim olarak, bu felâketleri hoşgörüyle karşılamaya kendimi zorladığım zaman, yanına sığınıp huzur bulacağım, tatlı yaradılışında her türlü kederimi, endişemi unutacağım bir kimse vardı; ama şimdi, bu derin yara ile beraber, iyileştiğini sandığım bütün yaralarım tekrar kanadı; devlet işlerinde kedere uğrayıp eve kaçtığım zaman bana kollarını açıp kederimi dindirecek bir evim vardı, ama şimdi kederimden evde oturamaz hale gelince, beni lûtuflariyle avutacak bir devlete sığınamıyorum. Bu yüzden, hem evimden hem forumdan uzağım, çünkü artık, ne evim devlet yüzünden uğradığım acıyı dindirebilir, ne de beni evden uzaklaştıran kederi devlet işlerinde avutabilirim. Bu yüzden seni dört gözle bekliyorum, seni bir an önce görmek istiyorum. Hiçbir felsefi doktrin bana senin samimiyetin, sözlerin kadar teselli veremez. Zaten gelişinin yakın olacağını da umuyorum, bana öyle dediler. Bir çok sebeplerden seni bir an önce görmeği diliyorum. O zaman, eskiden yaptığımız gibi, vaktimizi ne şekilde geçireceğimizi tasarlarız. Çünkü her şeyi, bilge, asil ve anladığım kadar da, bana düşman olmıyan, seni de çok seven bir tek kimsenin (Cæsar'ın) arzusuna uydurmak lâzım. Bu böyle olunca, ne yapacağımızı değil, onun nazik müsadesiyle, dinlenmek için nasıl bir plan kurmamız gerektiğini düşüneceğiz. Sağ ol.
I
11 yıl
Metafizik
Felsefenin en temel konularını, bu konuların felsefe içinde işlenmesi açısından ele alan bilgi dalı. Tek tek ve farklı biçimlerde var olan nesnelerden ayrı, genel ve bir bütün olarak varlığın ya da var olmanın ne olduğunu araştırır. Metafizik terimi felsefe tarihi boyunca bir yandan en üst felsefe disiplini olarak olumlu, bir yandan da boş ve anlamsız önermeler içeren bir alan olarak olumsuz anlamda kullanılmıştır.

Metafizik deyimini ilkin i.ö. 1. yüzyılda Andronikos kullanmış ve Aristoteles'in ders kitaplarını sıralarken doğa bilgisi derslerinden sonra gelen on dört kitabına Meta ta Phusika ( doğa bilimlerini kapsayan kitaplardan sonra gelen kitaplar) adını vermişti. Nitekim bu kitaplarına Aristoteles de duyularla kavranan bilgi (fizik)'in üstünde saydığı usla kavranan bilgiyi kapsadıklarından ötürü ilk felsefe adını vermiş bulunuyordu. Aristoteles için bu felsefenin ilk'liği, bütün bilimler için gerekli ilkeleri incelemesinden ve saptamaya çalışmasındandı. Böylece metafizik, ilk kullanımında fiziğin üstünde, ötesinde ya da dışında sayılan düşünce ile ilgili, düşünsel bir anlam taşımaktadır. İşte bu anlam, giderek onu idealizm ve ruhçuluk ile kaynaştırmış ve gerici bir dünya görüşü oluşturmuştur.

Metafizikle bilinçli biçimde ilk uğraşan ilk filozoflar Eski Yunan düşünürleridir. İlk kez bu düşünürlerin ele aldığı temel metafizik sorun, zihin tarafından bilgi nesnesi edinilebilen, ama gerçek dünyada bulunmayan şeylerin (soyut düşüncelerin, örneğin sayıların), genel olarak biçimlerin varlığı ve niteliğidir. Eski Yunan felsefesi algılanabilir gerçek dünya ile düşünülen zihinsel bir idea dünyasını ayırt etmiş, daha sonra metafizik ile ilgilenen felsefeciler de soyutlamalar ile tözler arasındaki ilişkiler üzerinde durmuşlar, bunların ikisinin de mi gerçek olduğu, yoksa birinin ötekinden daha mı çok gerçeklik taşıdığı sorununu tartışmışlardır. Dolayısıyla doğa, zaman ve uzam, Tanrı'nın varlığı ve nitelikleri gibi sorunları biçim ile idea arasındaki ilişkiyi kavrama çabasıyla irdelemişlerdir.

Felsefe tarihinin ilk metafizikçileri Parmenides ve Platon'du. Sonraki yüzyıllarda metafiziğin en önemli konularından biri olarak görünen dünya ile gerçek dünya ayrımı ilk kez bu düşünürlerce dile getirildi. Platon, sürekli değişen duyulur dünyanın geçici nesnelerinin karşısına, değişmeyen, duyulara verilmeyen, düşünce yoluyla ulaşılabilir bir dünya yerleştirdi. Aristoteles bunu farklı bir biçimde yorumladı. Ona göre madde her zaman kendi en üst biçimine doğru sürekli bir devinim içindeydi. Dolayısıyla Aristoteles için maddi dünya organik değişim içindeki bir süreklilikti.

Hıristiyanlığın gelişmesiyle, ortaçağda dinsel etki alanına giren metafiziğin ana sorunu Tanrı'ydı. Tanrı'nın varlığını kanıtlamak için çeşitli usavurmalar geliştirilirken, Tanrı ile dünya arasındaki ilişkiler (yaratılış, zamanın başlangıcı, Tanrı'nın dünya içinde varlığı vb.) metafiziğin başlıca konuları oldu. Böylece ortaçağda metafizik tanrıbilim ile eş sayıldı. Ortaçağ egemenliği tümüyle Hıristiyan kilisesinin elindedir. Hıristiyan kilisesine göre dinsel dogmaların dışında hiçbir bilim yoktur, tek gerçek dinsel dogmalardır. Birçok aydın düşünceleri kapsadığı halde tanrıbilim ile eş sayılan metafiziğin ortaçağda Hıristiyan kilisesi tarafından kullanılmasıyla ortaçağa karanlık çağ adı verilmiştir.

16. yüzyıldan sonra metafizik deyimi, ontoloji anlamında kullanıldı. Ne var ki bu varlık, “duylarla kavranılan dışındaki varlık” ve “görünüşlerin ardındaki kendilik” olarak ele alınıyordu. Hegel'e gelinceye kadar bu çağın metafiziği de, ortaçağın metafiziği gibi, bilimsel temelden yoksun kurgul görüşler ve varlığın duyularla algılanamayan kendiliği üstüne varsayılan yapıntılar olarak sürüp gitmiştir. Hegel metafizik terimine diyalektik karşıtı anlamını vermiştir.

Metafizik deyimi, ruhçuluk temelinde birleşen şu anlamları kapsar: duyularla kavranılanların dışındaki varlıkların bilgisi, kendiliğinde şey'in bilgisi, doğanın ardında gizlenen ve ona imkan veren varlık bilgisi, mutlak bilgisi, ussal bilgi, madde olmayanın bilgisi, son erek bilgisi, doğasal ve biçimsel olmayanın bilgisi, dogmacı bilgi, varlık yasalarını bulmak için düşünen benliğin bilgisi.

Rene Descartes, bütün varlığı temelde, yer kaplayan madde ile düşünen zihin olarak iki bağımsız alana ayırdı. Bu kavrayış içinde Tanrı'nın konumu yalnızca, yalnızca maddeyi yaratmış bir ilk neden olmakla sınırlıydı; ilk yaratılıştan sonra her iki dünya da kendi yasalarıyla işliyor, aralarındaki ilişki de insanın ruhu ile bedeni arasındaki ilişki aracılığıyla kuruluyordu.
I
11 yıl
Delilik üzerine
Lütfen delilikle ilgili bir şeyler söyleyin. Psikiyatrların tüm çabalarına rağmen bunun hakkında hiçbir şey bilmediklerini görüyorum. Görünen o ki iki çeşit delilik var.

Delilikten, aydınlanmaya doğru bir adımmış gibi söz ediyorsunuz ve ayrıca siz psikozdan hayatın gerçekliği ile yüzleşmede çok aşırı bir korkaklık şekli olarak bahsediyorsunuz. İsa Mesih olduğunu iddia eden her çılgının Tanrı deneyimine sahip olmadığı anlaşılıyor.

Deliliğin iki çeşidi vardır ve modern psikiyatri sadece tek bir türünün farkındadır. Ve o diğer türünün farkında olmadığı için onun delilik anlayışı son derece tek taraflı, hatalı, yanlış ve zararlıdır.

Psikiyatrların farkında olduğu ilk birinci tür delilik rasyonel zihnin aşağısına düşmektir. Gerçeklerle başa çıkamadığında, onlar çok fazla olduğunda, onlar dayanılmaz hale geldiğinde delilik kendi öznel dünyanın içine kaçmanın bir yoludur. Böylelikle var olan gerçeklikleri unutabilirsin. Sen kendi öznel dünyanı yaratırsın, sen hayal ürünü bir çeşit dünyada yaşamaya başlarsın, hatta sen açık gözlerle rüya görmeye başlarsın; böylelikle dayanılmaz olan ve çok fazla gelen gerçeklikten kaçınabilirsin. Bu bir kaçıştır; kişi rasyonel zihnin aşağısına düşer. Bu hayvan zihnine geri dönmektir. Bu bilinçaltının içine düşmektir.

Bunu başka şekillerde başaran diğer insanlar da vardır. Alkolik bunu alkol aracılığıyla becerir. O çok fazla içer. O bütünüyle bilinçsiz hale gelir. Tüm dünyayı ve onun tüm problemlerini ve sıkıntılarını unutur: Karısını, çocuklarını, işyerini, insanları. O bilinçaltının içine alkolün yardımı ile girer. Bu birkaç saat sonra gidecek olan geçici bir deliliktir.

Ve dünyada ne zaman zor zamanlar gelse uyuşturucular çok önemli hale gelir. İkinci dünya savaşından sonra tüm dünyada, özellikle ikinci dünya savaşını görmüş olan ülkelerde, her an patlayabilecek bir volkanın üzerinde oturduğumuzun farkında olan ülkelerde uyuşturucular son derece önemli hale gelmiştir. Bir Hiroşima ve Nagasaki’nin birkaç saniye içinde yandığını; yüz bin insanın birkaç saniye içinde yandığını görmüştük. Şimdi gerçek dayanılmayacak kadar fazla gelir. Bu yüzden yeni kuşak, daha genç kuşak uyuşturucularla ilgilenmeye başladı.

Uyuşturucular ve onların dünya üzerindeki etkileri, onların yeni nesil üzerindeki etkilerinin kökenleri ikinci dünya savaşındaki tecrübelere dayanır. İkinci dünya savaşı hippileri yaratmıştır, uyuşturucu insanlarını yaratmıştır. Çünkü hayat çok tehlikelidir ve ölüm her an gerçekleşebilir ... bundan nasıl kaçınmalı, bunu tamamıyla nasıl unutmalı?

Stres ve gerilim zamanlarında insanlar uyuşturucu almaya başlarlar ve bu her zaman böyle olmuştur. Bu geçici bir delilik yaratmanın yoludur. Ve delilik derken rasyonel zihnin altına düşmeyi kastediyorum. Çünkü sadece rasyonel zihin sorunların farkında olabilir. O hiçbir çözüm bilmez, o sadece sorunları bilir. Bu yüzden şayet sorunlar idare edilebilirse ve sen sorunlarla birlikte var olabilirsen senin aklın başında kalır. Onun çok fazla olduğunu anlarsan delirirsin.

Delilik sorunlardan, gerçeklerden, sıkıntılardan, stresli durumlardan kaçınmak için doğuştan gelen bir süreçtir.

İnsanlar pek çok şekillerde kaçınırlar. Birisi alkolik olacaktır, birisi LSD alacaktır, birisi esrar alacaktır. Ve bu kadar cesur olmayan insanlar vardır; onlar hasta olacaktır. Onlar kanser, verem, felç olacaktır. Böylelikle onlar dünyaya, “Ne yapabilirim? Felçliyim. Gerçekliklerle yüzleşemezsem bu benim sorumluluğum değildir. Şimdi ben felçliğim...” Ya da “Şayet işim kötüye gidiyorsa ne yapabilirim? Ben kanserim.” derler.

İnsanların egolarını koruma yolları bunlardır: Zavallı yollar, acınacak yollar. Ama yine de onlar egonu koruma yollarıdır.

Egodan vazgeçmektense insanlar onu korumaya devam eder.

Ne zaman hayat aşırı derecede gergin bir hal alırsa tüm bunlar olacaktır. İnsanların garip hastalıkları, tedavisi olmayan hastalıkları vardır. Tedavi edilemezdirler çünkü kişinin içinde hastalık lehinde çok büyük bir destek vardır. Ve onun yardımı olmadan ilaçların ve doktorun onu iyileştirme olasılığı yoktur. Hiç kimse seni kendine karşı iyileştiremez, bunu temel bir hakikat olarak hatırla.

Şayet kanserine çok derin bir yatırımın varsa, şayet onun orada olmasını seni koruduğu için istiyorsan, kanser yüzünden iş hayatında mücadele edemeyeceğini; rekabet edemeyeceğini, bunun kanser yüzünden olduğu hissini sana veriyorsa — şayet bu sana bir tatmin veriyorsa; şayet orada bir yatırımın varsa — hiç kimse seni iyileştiremez çünkü sen onu yaratıp durmaya devam edeceksin. Bu psikolojik bir hastalıktır, bu senin psikolojinde köklenmiştir. Ve herkes bunu bilir. Öğrenciler sınav yaklaştıkça hasta hissetmeye başlarlar. Bazı öğrenciler sınav geldiğinde delirir. Ve sınav geçtikten sonra yeniden iyileşirler. Her sınav olduğunda hastalanırlar: ateş, hepatit, zatürree. Eğer izlersen şaşıracaksın; niçin sınav zamanları bu kadar çok öğrenci hastalanır? Ve sınavdan sonra aniden her şey iyileşir. Bu bir hiledir, bir stratejidir. Onlar anne babalarına, “Ne yapabilirim? Hastaydım bu yüzden sınavı geçemedim” ya da “Hastaydım bu yüzden üçüncü olabildim yoksa altın madalya kesinlikle benimdi” diyebilirler. Bu bir stratejidir.

Eğer senin hastalığın bir stratejiyse o zaman onu iyileştirmenin bir yolu yoktur. Eğer senin alkolikliğin bir strateji ise o zaman onu iyileştirmenin bir yolu yoktur çünkü sen onun orada olmasını istersin. Sen bir yaratıcısın, onu sen kendi kendine yaratıyorsun; belki bilinçsizce.

Ve delilik de böyledir; o varılacak en son beldedir. Her şey başarısız olduğunda, kanser bile başarısız olduğunda, alkol başarısız olduğunda, esrar başarısız olduğunda, felç başarısız olduğunda o zaman varılacak en son yer delirmektir.

Bu yüzden delilik Batı ülkelerinde Doğu’dakinden daha çok gerçekleşir çünkü hayat Doğu’da hâlâ o kadar stresli değildir. İnsanlar yoksuldur ama hayat o kadar stresli değildir. İnsanlar o kadar yoksuldur ki çok fazla stresin bedelini ödeyemezler. İnsanlar o kadar yoksuldur ki onlar psikiyatriyi ve psikanalizin bedelini ödeyemezler.

Delilik bir lükstür, sadece zengin ülkeler onun bedelini ödeyebilir. Psikologların farkında oldukları deliliğin bir türü budur: Rasyonel zihnin altına düşmek, bilinçaltının içine doğru yönelmek, sahip olduğun küçücük bilinçten vazgeçmek. Her şeyden önce o zaten çok bir şey değildi; zihninin sadece onda birlik kısmı bilinçtir. Sen tıpkı bir buzdağı gibisin; onda biri yüzeydedir, onda dokuzu yüzeyin altındadır. Zihninin onda dokuzu bilinçaltıdır. Delilik bu onda bir olan bilinçten vazgeçmek, böylelikle tüm buzdağının yüzeyin altına gitmesi demektir.

Ancak başka bir tür delilik daha vardır — buna da delilik denmek zorundadır çünkü belli bir benzerliği vardır — bu da rasyonel zihnin ötesine geçmektir. Birisi rasyonel zihnin aşağısına düşüyor, diğeri rasyonel zihnin üzerine düşüyor, yukarı doğru düşüyor. Her iki durumda da rasyonel zihin kaybolur. Birisinde bilinçaltı haline gelirsin, diğerinde süper bilinç haline gelirsin. Her iki durumda da sıradan zihin kaybolur.

Birinde sen bütünüyle bilinçsiz hale gelirsin, sende belli bir entegrasyon oluşur. Ve gözlemleyebilirsin: Deli insanlarda belli bir bütünlük, belli bir tutarlılık vardır; onlar tektir. Deli bir adama güvenebilirsin. O iki değildir, o tamamıyla tektir. O çok tutarlıdır çünkü onun sadece tek bir zihni vardır, bu da bilinçaltıdır. İkilik kaybolmuştur. Ve sen bir delide belirli bir masumiyet bulacaksın. O bir çocuk gibidir. Onda aldatma yoktur, olamaz. Aslında o delirmiştir çünkü o, kurnaz olamamıştır. Kurnaz bir dünyada dünya ile başa çıkamamıştır. Bir delide belli bir basitlik, saflık bulacaksın.

Delileri gözlemlediysen onlara âşık olacaksın. Onlarda bir çeşit birliktelik vardır. Onlar bölünmemiştir, onlar ayrı değildir, onlar tektir. Elbette onlar gerçekliğin karşısında tektir. Onlar kendi hayal dünyalarında tektir, onlar kendi yanılsamalarının içinde tektir ama onlar tektir. Delilik bir tutarlılıktır, bir birlikteliktir. Onda bir şüphe yoktur. O saf inançtır.

Ve aynısı diğer delilik için de geçerlidir. Mantığın üzerine çıkan, mantığın ötesine geçen bir insan bütünüyle bilinçli, süper bilinçli hale gelir. İlk delilikte bilinçli olan bir birim bilinçsiz olan dokuz birimin içinde kaybolur. Bu diğer delilikte bilinçsiz olan dokuz birim, yukarı doğru hareket etmeye başlar ve hepsi ışığa çıkar, yüzeyin üstüne çıkar. Tüm zihin bilinçli hale gelir.

‘Buda’nın anlamı budur. Bütünüyle bilinçli hale gelmektir. Şimdi bu adam da çılgın görünecektir çünkü o, tutarlı, tamamıyla tutarlı olacaktır. O bir arada, herhangi bir delinin olabileceğinden daha fazla bir arada olacaktır. O mutlak bir şekilde bütünleşmiş olacaktır. O bir birey olacaktır. Sözcüğün tam anlamıyla birey (individual): Bunun anlamı bölünemez (indivisible) demektir. Onun hiçbir bölünmesi olmayacaktır.

Bu yüzden her ikisi benzermiş gibi gözükür. Deli inanır ve Buda güvenir. Ve güven ile inanç benzer gibi görünür. Deli birdir, bütünüyle bilinçaltıdır, bilinçsizdir. Buda birdir, bütünüyle bilinçlidir. Ve birlik benzer görülür. Deli mantığı, mantıklı zihni bırakmıştır. Buda da mantığı, rasyonel zihni bırakmıştır. Bu benzerdir ve aynı zamanda onlar tam zıt kutuplardadır. Biri insanlığın altına düşmüştür ve diğeri insanlığın üzerine çıkmıştır.

Modern psikoloji Budalığı incelemeye başlamadığı sürece eksik kalacaktır. O tamamlan- mamış kalacaktır, onun vizyonu tamamlanmadan, yarım yamalak kalacaktır. Ve yarım yamalak bir vizyon çok tehlikelidir. Yarım yamalak bir hakikat çok tehlikelidir, bir yalandan çok daha tehlikelidir çünkü o haklıymışsın gibi bir duygu verir.

Modern psikolojinin bir kuantum sıçrayışı yapması zorunludur. O budaların psikolojisi haline gelmek zorundadır. O Sufizmin, Hasidizmin, Zenin, Tantranın, Taonun, Yoganın derinlerine inmek zorunda kalacaktır. Sadece o zaman o gerçekten psikoloji olacaktır. ‘Psikoloji’ sözcü- ğünün anlamı ruhun bilimidir. O henüz psikoloji değildir, o henüz ruhun bilimi değildir.

İki olasılık bunlardır: Kendinin aşağısına gidebilirsin, kendinin yukarısına gidebilirsin.

Buda, Bahaddin, Muhammet, İsa gibi delir. Ve bu deliliğin muazzam bir güzelliği vardır çünkü güzel olan tüm şeyler delilikten doğar ve şairane olan tüm şeyler delilikten akar. Hayatın en yüce deneyimleri, hayatın en yüce mutlulukları bu delilikten doğar.

OSHO

Osho nun Ego kitabından hayata ve delilige dair müthiş bir yazı,herkese okumasını tavsiye ediyorum.

Selam ve sevgiler.
I
12 yıl
Ego,öfke ve intikam
Arkadaşlar merhaba,uzun bir zamandır araştırma yaptıgım bir konu bu,sizinde görüşlerinizi merak ettigim 2 soruyu yöneltecegim sizlere.

ilk Sorum şudur,sizce ego,intikam,öfke gibi duygular olmasa hayattan zevk alabilirmiyiz ?

2-Hedeflerimizi aslında egolarımız mı oluşturuyor ?

Uzun bir süredir sosyoloji konusunda araştırmalar yapıyorum,bu konu hakkında sizlerinde fikrini merak ediyorum.

Selam ve sevgiler.
I
12 yıl
Tanrının Dogum Günü
Selam arkadaşlar,okuyanlar vardır elbet.Benimde begendigim kitaplar arasındadır,sizin görüşlerinizide merak ettim açıkcası,ne düşünüyorsunuz acaba bu kitap hakkında ?

Sevgiler.
DH Mobil uygulaması ile devam edin. Mobil tarayıcınız ile mümkün olanların yanı sıra, birçok yeni ve faydalı özelliğe erişin. Gizle ve güncelleme çıkana kadar tekrar gösterme.