1. sayfa
Kusura bakma İstanbul… Seninle aramıza bir hicran girdi bundan sonra… Şaire zûl gelen hayaline, bir güzelin çehresi karıştı neyleyim ? Neyleyim… Sana sakladıklarımı bir eşkıya talan eyledi…! Gönül adımlarım, bir meçhule doğru usul usul ilerlerken; senden alınmamış muradımı, sana bırakıyorum… Biliyor musun İstanbul; her sigaramı gönül ateşimle yakıyorum…? Aklımın yetişemediği düşlerimin peşinden gitmekle hata yaptığımı, sende söyleme İstanbul ! Sende yüzüme vurma, bir yalnızlık beşgeninde kayboluşumu… Kim, nasıl ve ne zaman sağaltır bu yarayı ? O mu ? Şaka ediyorsun İstanbul… O kim ben kimim ? Rakım meselesi, çözüm dediğin… İstanbul ne olur sus ! Gelmez, gelmeyecek ! Hep beklediğin… Beklediğin… İstanbul… Ah İstanbul ! Çocuk düşlerimin avutanı, her düştüğümde bomboş ellerimin yegane tutanı… Bu defa biçareyiz ikimiz de… O, benim tarafımdan aşkla sevilen olarak çiğneyedursun kaldırımlarını; sen bana ettiklerine rağmen hala bas o zalimi bağrına… Hicranın tarifinden ilham alsın gayrı satırlarım… İstanbul…! Milyon yıl geçse unutamam…! Kendimi unutur lâkin O’nu hatırlarım… Sevdim İstanbul… Sevdim… İçimdeki sevdanın kuvvetiyle, aleme kafa tutan bir devdim… Gülün şebneminde durulan gökyüzü, mehtabın tutuşturduğu sularda alevdim… Sevdim… Sevdim İstanbul…! Ne bir zerre aşk düştü hisseme, ne de lütuf bâbından bir kabul… İstanbul ! Düşme aklımın kenarına… Bırak örselenmiş dimağımın her kıvrımında, O’nun hayali salınsın bundan böyle… Tahtını terk et İstanbul ! Zâlimim geçip otursun başköşeye… Arzularım verem olsa da, uzansınlar hicrân adlı taş döşeğe… Musalla mı sanırsın hicranı İstanbul ? Yoksa bu sevdâyı, sende mi kıskanırsın destanlar şehri ? Sende mi yüz çevirirsin, idrâkiyle sarhoş olduğun asrın, garip Mecnûnunu ? İstanbul… Şehriyarım ! Sevmenin kifayetsizleştiği bir devri yaşamaktayız seninle… Bikarar bir güzelin zülfünde salınır hayaletim… Dalgaların çağırdığı bir ecel değil benim ki… Sevda burçlarından, kahır dehlizlerine bırakıldığıma şahit olduğun o günden beri, ben o senin sevdiğin ben değilim… Şiirlerim firar halinde azabın tunç kapılarını aşındırmakta be yar ! İstanbul… Hatırlıyorsun değil mi? Hani o Fatih Camii’nin arka bahçesinde zavallı bir Oya Ağacı vardı… Hani o iklimini bulamamış, çiçeklerini baharın kollarına ulamamış garipçik… İşte ondan bir farkım kalmadı benim… Sevmekten yorulmuş yada usanmış değilim… Lakin reddedilmek perişan etti kalan ömrümün her lahzasını… İstanbul… Ayrılık makamında inleyen tamburların, mızrap vurgunu tellerinden sıyrılıp da; sana esemem artık! Gözleriyle gönlümü avuntusuz kederlerin avucuna bırakan O… Beni bir küçük çocuk hüviyetiyle tasavvur ededursun; o kadar büyük ki sevdam… Bu sevda keza beni de büyütür Mecnunların nazarında… İş bu sebepten ötürü küsemem İstanbul ! Zeyrek’te, boylu boyunca Süleymaniye salınır her kuşluk vakti… İşte zamanın asude bir iklime kanat çırptığı o demlerde, ben, benden öte bir aleme gider de dönemem İstanbul… İçimdeki sevda kandilinin fitili ebediyete değerken; beyhude yanışıma söz söyleyip incitme beni, saadet ülkesinin sultanı… Ruhumu tutuşturan alevlerin, Erciyes’i için için kaynatan lavın hamurundan yoğrulmuş olduğunu unutma… Elimi O nazlı peri tutmadı ya… Ne olur İstanbul… Sen de tutma ! Biliyorum İstanbul… Dile gelmek istersin de gelemezsin… Biliyorum… Saatlerin gece yarısını vurduğu demlerde, O’nun kalbinde çınlamak arzusuyla vurursun başını taşlara… O taşlar ki Koca Sinan’ın gönül hendesesiyle abideleşmektedirler her an… Ve hayali karışırken gözümdeki yaşlara… İstanbul… Ne olur sus… Ve dinle ıstırabımı… Hicranımın sebebini kollarında uyutmaya devam et… Ki seni benden alana sitem olsun güzelliğin… |
Kar yağıyordu İstanbul’a… Tüy misali havada süzülen kar tanelerinin, masalsı düşüşlerinden ilham alan aklarım… Beni yüce bir dağ yapmak için didinirler bilirim… Ulu dağların başı karlı olurmuş… Yüce bir dağ olmaya namzet oluşumun şahididir saçımdaki aklarım! Korkma ey vefâsızlığını cümle âleme duyurduğum nazlı yâr… Bekleye bekleye tükense de şu ömrüm… Korkma! En son nefesimi sana kavuşacağım gün için saklarım! Cevr eylediğin âşığına, İstanbul’u haram ettin ya… Sevgi denen nimeti, varlığını benden kıskanıp, zamansız ve amansız biçimde asırlara sığmayacak derecede bir gam ettin ya! Sür kendi kendini lapa lapa yağan karın aydınlattığı karanlığa! Belki… Belki kar tanelerinin sakladığı o beyaz sıcaklık eritir içindeki kutupların laf anlamazlığını… Kar yağıyordu İstanbul’a… Fatih yamaçlarına ar yağıyordu. Zaman, Yavuz Sultan Selim’in türbesine çıkan yokuşta ağırlaştıkça ağırlaşıyor… Ve o ân dünyada sevilen olmak pâyesini taşıyan her kul daha da sağırlaşıyordu. En sağırı da benimkiydi. Ezelden beri her âşık, iki kişilik bir yükün taşıyanı olmuş amma… Gelmiş geçmiş sevda masalları içinde en ağırı benimkiydi… Kar… Yumuşacık elleriyle saçlarımı okşarken, içimde harlanan ateşlerin koynuna vuslat hayali gibi düştü… Âh vefâsız sevgili! Âh ömür törpüsü! Rezil rüsvâ oldum sevda divânında… Senin yüzünden, keşfedilmemiş bütün kafiyeler halime gülüştü… Sonra dayanamadı İstanbul, titredi hüznümle… Hüznüm… Yani sensizliğim! Söyle! Seni her şeyden ve herkesten çok sevmek midir benim densizliğim? Kar yağıyordu İstanbul’a… Yedi tepede yedi beyaz ümit, zemheriye inat sıcacık tütmekteydi. Ve zaman… Yed-i beyzâ ile tutunmuştu gönlümün saçaklarına… Seninle kurulmuş bir yuvanın hayali her hücremde gezinirken, aşk dolu mısralarım geceye kin gütmekteydi… Kış akşamlarının kederiyle hem hâl oldum öylesine… Işıklarıyla saadet mekânı olduğunu müjdeleyen evlere takıldı gözlerim… Aile olmanın tarifsiz hazzıyla, şu soğuk kış gecesine inat sıcacık yuvalarında huzuru, mutluluğu ve aşkı yudumlayanları kıskandım. Haykırmak istedim arzularımı, hasretlerimi, âzâbımı… Lâkin kimsecikler duymazdı. Sen bile beni duymamaya alıştıktan, sana olan aşkım sebebiyle beni darağaçlarına sürüklemeye çalıştıktan sonra… Başkaları duysa ne olurdu ki? Kar yağıyordu İstanbul’a… Gece, kalem, gözlerin, sözlerin ve bahtım siyahtı ama kar beyazdı. Sabır divitimin yazdığı tek harf, senin kâküllerin gibi kıvrılmış bir gayın’dan başkası değildi. Gönlümden süzüp, hokkaya hapsettiğim mürekkebin marifetiyle, senin gibi salınıyordu beyaz kağıdın üzerinde… Kağıt benim kadar râm olmuştu bu hâle… Seni buyur etmek isterdim ama içimdeki melâle… Kıyamadım gözyaşların âzâd olur diye! İşte cânım efendim, sultânım, karanlık âtimin çerağı… Sen beni saymaz, düşünmez ve hiç hesaba almazsın amma… Ben, sen diye uzanırım ecelin gel çağrılarıyla uğuldayan sesine… Ötelerin mukaddes âzâbı dolanırken neyzenlerin nefesine… Bilir misin? Artık çok geliyor, sana ait bu can… Fani kalıbımın içinde ân be ân daralmakta olan ten kafesine! Kar yağıyordu İstanbul’a… Kardan, yârdan, ardan, dardan ve gönlümdeki onulmaz hasardan ötürü ağlıyorum. Aşkım büyük değilmiş… Yüzüme kapattığın kapıların arkasından böyle haykırıyordun. Olmayanı yazmanın adına edebiyat diyenlerden değilim ben… Yanılmadım… Yanılmam! Yılmadım… Yılmam! Aşkının sarhoşu olduğumu bilmeyen yok! Havasını soluduğum her coğrafyaya anlattım, gönlümde yedi veren güller misali fışkıran, senle mevcudiyeti hakikat olmuş hisleri… Bir sen anlamadın… Bir sen inanmadın! Sus! Hala gaflet uykusuyla mahmursun, uyanmadın… Uyandığında, bana yâr diyeceksin! Kabahatim var diyeceksin! Gözlerime çivileyip gözlerini, bir ömür bir arada geçirmeye kanat çırparken, beni hiç bırakma, sar diyeceksin… Aşık evhâmı değil bu yazdıklarım… Durduğum yerden seyrettiğim yarınların gösterdiğidir. Hem… Kardan dinledim ben, bu vuslat ânını… Kar da yalancı olamaz ya! Kar yağıyordu İstanbul’a… Sen, evinizin penceresinden minareleri seyrederken, kar musikisiyle avunmak istiyordun. İçindeki kor, önünde durduğun pencerenin camına buğu olup konarken, izledim seni o köşeden… Paltomun eteklerini savuran rüzgara inat aşkınla ısıttım içimi… Üst üste kaç sigara içtim bilmiyorum. Sen karanlık semadan sökün eden kar tanelerinin raksına dalmıştın, ben sana… Sokağınızın sakinleri öyle acır gibi süzdüler ki beni… Bakışlarına maruz kaldığım o ân, bir kar tanesi olup saçlarına defalarca düşmek ve benden esirgediğin sıcaklığınla tekrar tekrar erimek istedim. Seni her geçen saniye büyümek istidâdında olan bir aşkla, eskisinden daha da çok seviyorum. Zannetme ki pes dedim! Kar yağıyordu İstanbul’a… Ben hala o köşede, sokak lambasının altında, yine yağan karı seyredişini seyretmeyi bekliyordum. Yanıma bir gölge usulca süzülerek yanaştı. Sırtında kurşuni bir pelerinle, ayakları yere değmeden yürüyen bir adamdı, benimle aynı köşeyi paylaşan… Bir müddet gider diye bekledim amma; belli ki o da amansız bir bekleyişin sularında kulaç atmaktaydı. İster istemez adamın yüzüne baktım. Sokak lambasının solgun ışığında, tunç renkli bir çehreye eşlik eden pırıltılı bir çift göz, gözlerimle buluştu. Bu göz göze gelişin şerefine buruk bir tebessümle “Akşamınız hayrola!” dedi. Cevap kabilinden başımı hafifçe eğerek selamladım meçhul adamı. Aramızdaki birkaç adımlık mesafeyi daha da daraltarak, “Şairliğin eziyeti pek ziyade” dedi. Anlayamadım… Gözlerimde haleleşen sualleri fark ederek devam etti: “Şairlerin sevmesi, sevilenin kibrine maruz kalmalarını, yüzlerine kapanan kapıları, kendilerini yerin bin kat altına geçirmeye sebep olsa da defalarca bıkıp usanmadan çalmalarını kabul edilebilir kılar. Baksana! Şu İstanbul ayazında, inatta bir muratta bir diyerek, sevgilinin kapısını beklemektesin… Senin uçarı, hatta küçük bir çocuk kadar haşarı tabiatının aksi bir durum bu… Bekle bakalım… Belki yâr dediğin insaf hırkasını giymeye, gönül fermanlarına boyun eğmeye yanaşır…” Hafızam, idrâkim, velhasıl bütün melekelerim donup kalmıştı. Meçhul adamın söyledikleri tam anlamıyla bir muammaydı. Beni tanımayan bu adam, benim o köşecikte hangi maksatla beklediğimi nerden biliyordu? Yârin bana eylediği cefâyı nasıl bilebilirdi? Kimdi bu adam? Kar yağıyordu İstanbul’a… Meçhul adam sormadan söylemeye devam etti: “Gök… Bu gece beyaz ile ayazın vuslatına çanak tutuyor değil mi? Soğuktan moraran dudaklarında, yârim dediğinin adı salınıyor zavallı aşık! Bakışın yalvarışından daha kötü… Seni bu hale koyan, zalim olmaya zalim değil amma, zulmünü de senden esirgemiyor gördüğüm kadarıyla… Ham hislerinin olgunluk çağına, zemheride ayaz yiyerek kavuşmanı istediğine göre, seni imtihan etmekten bıkmayacağı kesin… Bırak… Sakın kızma yârine! Senden ne isterse istesin… Hakkıdır! Rabbim sevda versin de, varsın rahat yüzü vermesin… Aşkın güzelliği, çekilen acıların kutsiyetinde gizli a cahil! Sızlanma sakın! Vuslat acı çekebildiğin müddetçe yakın… Hem öyle olmasa, ne diye pencerenin önünde saatlerce yağan karın kuşattığı boşluğa dalsın?” Meçhul adamın son sözünü söylerken işaret ettiği pencere onun penceresiydi. Yine kar taneleriyle dertleşen bakışlarla geceyi seyrediyordu. Yarı aydınlık siluetiyle, eski zaman güzellerine benziyordu. Elleri… Pencerenin kenarına konmuş iki kuğu kadar nazenindi. Omuzlarına dökülen saçının her telinde, aşkımın teşvikiyle okşayan rüzgârın elinden izler vardı. İşte… Kar tanelerine gösterdiği şefkati benden esirgeyen, o yârdı! Kar yağıyordu İstanbul’a… Vücudum soğuk tarafından işgal edilmiş şehirler kadar bedbin, kalbim volkanlar kadar sıcaktı. Hani? Aşk ile atılan adımların sonu hüsran olmayacaktı? “Hüsran değil bu, vuslatın ayak sesleri…” dedi meçhul adam. Doğru söyleyen fakat aklımı karmakarışık eden bu adam canımı sıkmaya başlamıştı. Dayanamadım sordum: “Siz kim oluyorsunuz ki; sanki kırk yıllık ahbaplarmışız gibi, sizinle hiç muhatap olmamama rağmen beni hedef alan konuşmalarda bulunuyorsunuz?” Sözlerim, meçhul adamın yüz hatlarının gerilmesine sebep olduysa da, gülümseyerek cevap verdi: “Elbette ahbaplığımız var. Olmasa ne diye, şu karakışın en haşin gecesinde size yoldaşlık edeyim ki?” Nereden tanıştığımızı soruverdim bir çırpıda… “Cemil Meriç’in dediği gibi… Bizler başları aynı kitaplara eğilmişler… Bizden özge dost mu olur?” diyerek cevapladı. Asabiyetim had safhaya ulaşmıştı. Yumruğumu ve dişimi sıkmaktan çelik bir yay gibi gerilen vücudumu, alıp-verdiğim derin nefeslerle kontrol etmeye çalışarak, bir açıklama beklediğimi ifade eden gözlerle adamın gözlerinin içine baktım. “Ben” dedi, “Okudukça ahbabı olduğun Şair-i Cihân Nedim”. Kendimi tutamamıştım. Koyuverdiğim kahkahalar birbiri ardınca loş sokak aralarında yankılanırken, meçhul adam, üzerine yağan kar tanelerinin eriyişi gibi yavaş yavaş görünmez oldu. …………………../…………….. Kar yağıyordu İstanbul’a… O gece yâr kapısı beklemenin keyfini çıkarırken buzdan bir heykele dönmüşüm meğer… Ertesi sabah, doktorum Nedim Bey ucuz atlattığımı söylüyordu. Sokak lambasının altında beklerken gördüğüm meçhul adamın gözleri, doktorun gözleriyle ne kadar da benzeşiyordu. Muhayyilem bu konuyu daha fazla düşünmeme mani olmakta ısrarcıydı… Bütün olanları birbirine ulayarak bir neticeye varmak isteyişim beyhudeydi. Kar yağıyordu İstanbul’a… Ve ben… Sillesini yemekten bıkmadığım cânân yüzünden, yataklara düşmeyi de başarmıştım. Maruz kaldığım soğuktan değil ama, yârin beni kahredişinden zatürree oluşum yakındır. Ciğersizlerin şah olduğu, ikbâl kapılarından kolayca geçtiği ve mertlikten başka sermayesi olmayanların gam şarabı içtiği bu devirde ve bu alemde çürüyen ciğerlerin sebep olduğu bir ârâz ile ecelin kollarına ilişmek ne şeref! Mademki o yârin kollarında şu ehemmiyetsiz varlığımın yeri yoktur, o zaman bu vakte kadar çiğnediğim şu fani alemde bir nefes alıp-vermek dahi bendenize çoktur. Duyuyor musun bîvefâ yâr? Beni ennihayet, yakinen meşgul olduğum toprağın bağrına, kırık-dökük ve nâmurad bir vaziyette göndermek muzafferiyetine eriştin! Tebrik ederim! Kar yağıyordu İstanbul’a… Gamlı mızrabın söylettiği ihtiyar bir tamburun nâmelerine şu mısralar eşlik etmekteydi: “Kimseye etmem şikâyet ağlarım ben hâlime, Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbâlime… Perde-i zulmet çekilmiş korkarım ikbâlime, Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbâlime…” |
Videoyu izlemek için tıklayınız Paşa gönlün bilir… Hayat her an bir Mecnun çıkarmaz karşına… Kızgın gözlerle nazar etsen de gök kubbenin arşına; bu seyyah-ı fakir artık zor uğrar, sevda alış-verişi bilmez gönül çarşına…! Paşa Gönlün Bilir Ey Peri… Zaman kıvrılarak akarken gözbebeklerimden, bir yalan da sen oluverirsin… Gül çağını kuzgunlar devşirirken, köhne ışıkların umarsız gölgelerinde; bendeki ızdırabın bin misli ile doluverirsin… Kim bilir ? Tekerrür etmekten bıkmayan kaderin en kuytu köşesinde, açılmaksızın soluverirsin… Paşa gönlün bilir… Israrın ikrarı getirdiğini kim söylemiş…? Kim demiş ki; yalvarmakla inatlar murâd, gözyaşları vuslata götüren sırat olur diye ? Haklısın… Yanmakla, bir murâdın sabahına uyanmak aynı şey değilmiş… Belki de bu yüzden, yüreğimdeki o soyut çiçeğin boynu; böylesine eğilmiş… Paşa gönlün bilir… Hislerimin tazyiki altında ezilmekten korkma hakkını gasbetmiş değilim… Akıl dânesini, gönül toprağına ekmediğin için yadırgamam seni… Kıskıvrak yakalandığım bakışlarından medet ummam bundan böyle… Ellerini ellere uzatışında dokunmaz artık… Beyhude güneşi getirme semalarıma… Ruhumun o mahrem sırrı, hiç kimse tarafından okunmaz artık…! Paşa gönlün bilir… Büyük davalarda küçük hesaplar gütmedim ben… Belki de bu sebepten kanar hayallerim… Yalnız başıma taşımaktan yüksünmediğim aşk yükünü, gayrı kimseyle paylaşmam korkma… İlhamın kor soluğu ile yanan nidâlara sarmalamam ismini… Âh da etmem ardın sıra… Unutmayı da unuturum belki… Paşa gönlün bilir… Manisi bol, gözleri sel, gönül esriten yel ve dahi bundan gayrı bana el güzel…! Rast gelişlerin tesadüflerinde yitirdim aklımı… Her hendesi şeklin bir köşesinde bekler oldu keder… Sen benim cânım aldın…! Ecel gelse kapıma… Söylesene, ecel ne der ? Paşa gönlün bilir… Kan tükürdüğüm gecelerin en kesif dakikalarında, perişanım tutar iki yakanı… Gözyaşlarına neylesin, hodbinliğin buzdan kalkanı? Suallerim dizilir şafak vakti, dimağının puslu dağlarına…Ben yetişemedim bu hâlin ifrit oluşuna… Sen çözsen dahi baş gelebilir misin gönül bağlarına ? Paşa gönlün bilir… Olmayanı oldurmak makamından indin diye, çöle dönmüş bahtıma yağacak bir bulutken ânsızın dindin diye kınamam seni… Seni anlatmam artık Akdeniz akşamlarının, rutubet soluyan gecelerine… Kıskandığım hayalini sürgün ederim gözlerimden… Gözlerim takılı kalmış olsa da; gözlerinin öğrettiği sevdâ bilmecelerine… Paşa gönlün bilir… Fani dünya da bir garip de ben olurum, ne olacak ? Hâlimi soranlara anlatmam olanları… Ben böyleyim işte der geçerim çok defa… Mantık ile bir araya da gelmem hani… Neme lâzım…! Kırk yerinden hançerlenmiş gönlüm yeter bana… Paşa gönlün bilir… Nasıl olsa el yüzüne gülmek kolaydır… Unutulduğumu sezdiğim şu ân, cân meydanımda ateşlerin en son oyunu halaydır… Davul kederin, zurna umarsızlığın… Paşa gönlün bilir… Ben de kimim ki? Sen doruklarda uç bakalım… Lâkin unutma yer çekimi kanunu ikimize de geçerli ey peri…! Nasıl olsa gökyüzünü gören her mahlukun sonu; çiğnediğim o kara, o göz göz yara toprakta nihayet bulacak… Paşa gönlün bilir… Her gece, saatler 03:20’yi gösterirken o sefil hayalim uykularını çalacak… Paşa gönlün bilir… GÜÇER KAFA |
1. sayfa
Seni seviyorum…
Dağların, göklere duyduğu hayranlığa eş bir mavilikte; pınarların ağlayışından ilhâm almış bir kavalın yanık sesiyle… Kim ne bilsin ki; bende Mecnûn istidâdı var… Ve kim ne bilsin ki; sen Leylâ soylu bir peri, yangın yerine dönen gönlümün mahşerisin… Gözlerinde kıvılcımlaşan hislerimin, kelâma dar gelişinin ispatıdır bu iki kelime…
Seni seviyorum…
Daha evvel hiçbir cins-i lâtife duymadığım, ve daha evvel gönül fermanına uymadığım bir hâl ile meftûnum sana… Ben seni, Tanrı Dağlarının sert rüzgârlarıyla savrulan bozkır çiçeklerinin, yağmaya naz eden bulutlara yalvarırken boyun büküşlerindeki teslimiyetle; ruhumun en mahrem tahtına çıkarmışım… Seni sevdim ya…! Seviyorum ya ! Sevdân ile sonsuzluğu bekleyen, yiğit Erciyes’in başında erimek bilmeyen karmışım… Demek… Söylemek kâfi gelmiyor…. İçimin burkulduğu, lâkin hâzzın, ruhumun doruklarına savrulduğu şu an; nutkumun tutuluşunu bir yenebilsem… Daha neler neler söyleyesim var biliyor musun ey peri ! Ne var ki; aşkının kesâfeti ses tellerimi etkisiz, lûgatleri bu hâli tasvire yetkisiz kılmakta…
Seni seviyorum…
Anasını arayan kuzulara eş bir zayıflıkla, uğrun uğrun peşin sıra dolanışımı; kâh Kızılırmak, kâh Tuna gibi bulanışımı; için için sana yanışımı nasıl saklayayım…? Âşikâr edemediğim bu değil ! Seni sende özlemekten usanmış da değilim… Biliyor musun; can peteğimi sırlayan, şu garip gönlümü sevdâgâhında ağırlayan sensin… Dilerim ki, şu beyhûde ömrüm usul usul senle tükensin…! Ellerim titriyor, aşk mızrabını tutamıyorum… Gönül, devâ bulmaz hâllere dûçar oldu, avutamıyorum… Nasıl söyleyeyim? Anlatamıyorum…
Seni seviyorum…
Sonu nereye varırsa varsın ! Senin olmadığın bir dünyayı neylesin gönül ? Bir defa mührünü vurmuşsun, içimdeki yangınların; kızıl serinliğine… Bir düşün yâr… Beni, sevdâmı, sana olan ihtiyacımı… Bir düşün yâr; sensizlikte baş edemediğim firâk acımı… Bir düşün…! Öylesine… Gönülden… Ve derinliğine…
Seni seviyorum…
Şefkatine alışmışım bir kere… Vazgeçemeyeceğim bir noktadan haykırıyorum sana… Uğrunda tükenecek olmamın yoksa bir kıymeti… Yoksa sana muhtaç olmamın mânâsı… Ve dahi yoksam gözünde… Gönlünde… Sorarım ey peri ! İmkânsız olan nedir ? Bilmez misin :
“Şarâb Âb-ı hayât u câm-ı zerrin âfitab olsun
Cinân içre gerekmez bana cânân olmasa meclis” 1
Seni seviyorum…
Hasretin en çekilmez hâliyle , yollarına râm olmuş gözlerimin yaşını silmeksizin beklediğimsin… Biliyorum geleceksin… Ennihâyet sende seveceksin… Sana açık gönül kapımdan içeri süzülmeye bir cesaret edebilsen, beni anlamak yerine ruhunun ılık iklîminde bir lâhzâ dahi olsa kendinden bilsen… Söz kılıcını, sükût taşına vuruşumdaki maksadı irdelemek yerine bir ân baksan yâr diye yüzüme… Al düşen yanaklarımın, ardan ve dahi kalpgâhımdaki hârdan mürekkep olduğunu göreceksin…
Seni seviyorum…
Abes değil sevdâyı haykırmak…! Her zerreme intisap eden bu nârın söndüreni, dudaklarımdan çekip giden tebessümlerin döndüreni senden başkası olamaz ! Olamaz yâd ellerin; hâlden, gönülden ve dahi meçhûlden bîhaber dilberleri… Ne hâle geldim âh… Nef’î ’nin bir zaman âhûzâr eylediği gibi:
“Dil teşne beden aşk ile bir mertebe pür-tâb
Yahpâre olur ahker-i sûzân elimizde” 2
Seni seviyorum…
Aşkın, özümde açılan bir gonca gül… Bağbânı sen… Özüm, yanardağların meskeni, cân sarayım kül… Külhânı sen… El açıp dûa dûa istenen, en kutsî tevekkül… Bu garibin dil-hâhı sen… Bilmem ki daha nasıl anlatılır? Söz kifâyet etmiyor içimden geçenlere… Hâyâlinin seyrindeyim… Rüzgâr bekleyen kalyonlar gibi… Ufkuma doğacak güneş, o gül yüzün olsa… Gözlerim sana kavuşmanın hâzzıyla dolsa… Ağlasam ellerine kapanıp… Ömrüm ömrünle sarmaşık misâli yeşerip, yine seninle solsa… Âh per-î efsâ…!
Seni seviyorum…
Say ki; inanılmazım… Say ki, sevilmez… Farzet ki; siyahın en siyahı, kederlerin şahıyım… Nûrûnu esirgediğin, Hak’kın gücüne gitmez mi? Ben ki seni O’dan diler, O’ndan isterim… O ki; kendine açılan elleri hiç boş çevirmedi… Hak fermana karşı mı gelirsin, ey meyl-i dil…! Tâkâtim kalmadı cânım… Ben sükût edeyim, sultan-ı şûarâ söylesin beni:
“Yârdan cevr ü cefâ lûtf u kerem gibi gelür
Gayrıdan mihr ü vefa derd ü elem gibi gelür
Firkat-i yâr katı zâr ü zebûn itdi beni
Döymeyem mihnet ü hicrâna ölem gibi gelür
Dil-i pür-hûn elem-i hecrün ile cûş ideli
Çeşme-i çeşmün akan suları dem gibi gelür
Bâki’yâ kangı gönül şehrine gelse şeh-i ışk
Bile endûh u belâ hayl ü haşem gibi gelür” 3
Ne desem beyhûde kalacak… Biliyorum gönlün gönlümü belki hiç duymayacak… İşte garip sazım gönlümle eş olup, o ebedi besteyi bıkmadan çalacak…
Seni seviyorum… Seni seviyorum… Seni seviyorum…
………/………
Sadece seni…!
DH forumlarında vakit geçirmekten keyif alıyor gibisin ancak giriş yapmadığını görüyoruz.
Üye Ol Şimdi DeğilÜye olduğunda özel mesaj gönderebilir, beğendiğin konuları favorilerine ekleyip takibe alabilir ve daha önce gezdiğin konulara hızlıca erişebilirsin.